Geleneklerin basıncını, mahalle baskısını aşıp karakola ulaşabilenlerin “beyindir yapar” tembihleriyle ev adlı işkencehanelere geri gönderilen, ömür boyu tecavüz ve aşağılanmayı reddederek buna bir son verme cesaretini gösteren, ölüm dahil her şeyi göze alarak boyun eğmeyen ve geleceğini kendi elleriyle kuracağı özgürlükte arayan kadınların ısrarı sürdükçe yasalar için uğraşılır, yasalar yapılır, yasalar değişir ama o yönelim değişmeden kaldıkça o yollar mücadeleyle yürünür. Ama SADECE yasalara bel bağlanmaz, bunu en çok kadınlar bilir
“Yaşıyorum ben ama bunun pek anlamı yok. Kalbimi bir motorlu testereyle kesip çıkardılar…” Salon Mars adlı kitabında Rachel Kushner söylüyor bunu. Emine Şenyaşar da kurabilirdi bu cümleyi, Gülistan Doku'nun annesi de, adı sanı bilinmeyen şiddet ve yok edilme kıskacındaki on binlerce kadın da…
Günlerdir gündemi kaplayan ve insanı isyan ettiren ırkçı kudurganlık yeni başlamadı elbette. Uzun yıllar boyunca kimi zaman usul usul kimi zaman da göstere göstere içirilen şovenizm zehri, Kürt ve mülteci düşmanlığı suretiyle birbiri üzerine binerek gün geçtikçe büyüdü. Göçmenler işçi ücretlerini bastırmada son derece elverişli bir enstrüman, seçimlerde burjuva kliklerin adaylarının zaferini garantileyecek bir aparat olarak kullanılageldi. Hoşnutsuzlukların boca edileceği devasa bir uçurum, insanlıktan çıkarması kaçınılmaz bir silah olarak hep iş gördü.
Daha iki hafta önce Gaziantep’te 41 STK, 20 yılda kentin nüfusunun yarısı Suriyeli olacak diyerek linç gruplarını çağırıyordu. (*)
Ve geldiler…
En son Kayseri'de başlayıp Reyhanlı, Bursa, Kilis, Adana, Antep, İzmir ve İstanbul’un bazı noktalarına kadar yayılan ve nerede duracağı belirsiz ırkçı histeri, şovenizm zehrinin nelere yol açabileceğini gösteren çarpıcı bir tablo sundu. Çoluk-çocuk, genç-yaşlı şirazesinden çıkmış gruplar yaktı, yıktı, etrafı savaş alanına çevirdi. Bu görüntülerde birisi vardı ki, dönüp dönüp izledim, kudurmuş grup içinde canhıraş bağırarak yürüyen o kadının gözlerini görmek istedim…
Kendine düşman edilmişlerin saflarında yürüyordu. Bilinci deforme edilmişlerle, prematüre bebekler gibi yeterince gelişememişlerle birlikteydi… Belki bugün de yaşıyordu bu şiddet sarmalını yarın da yaşayacaktı aynı safta yürüdükleri eliyle; evde baba-koca, işyerinde meslektaş, sokakta yabancılar tehditti hayatına… Ulaşmamız gereken ne çok kadın vardı, bir kez daha acı acı bunu farkettim. Kendi hakları için dövüşme bilincini götüremediğimiz, kendi hayatıyla toplumsal yaşamın akışı arasındaki köprüleri kurmasını sağlamak için işlevli bir katalizör olamadığımız her noktada kolaylıkla düşmanlarının saflarında çarpışabiliyorlar.
Mutlak itaat ve köleliği dayatan politikalara karşı çıkışın son on yıllardaki cisimleşmiş ifadesi İstanbul Sözleşmesi'ydi. Kendi hakları için mücadele eden kadınların inadı, ısrarı ve azmiyle gündeme gelmişti. AKP iktidarının o kesitte kadınların teveccühüne olan yakıcı ihtiyacını da unutmayalım.
Birdenbire yok hükmünde sayılıp Sözleşme'nin iptali de sistemin o kesitteki ihtiyaçlarının girilmesi gereken yolu işaret etmesi üzerinedir. Hatırlayalım o günleri, gericilik dört koldan harekete geçmiş, kendisini Aile Akademisi olarak adlandıran bir “inisiyatif” üzerinden “10 maddede İstanbul Sözleşmesi neden iptal edilmeli?” başlıklı bir metin yayınlamıştı: “Metin (İstanbul Sözleşmesi -nba) bu haliyle bir toplumu ayakta tutan kültürel değerlerin belirlediği toplumsal rol beklentisini değersizleştiren, küçük bir grubun değerden arınık rol beklentisini temel değer haline getiren yeni bir emperyalizm türüdür.”
İnsan neresinden tutsun bilemiyor! Toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde körüklenen tüm şiddet biçimleri gıdasını sömürü sisteminin ihtiyaçları ve onun siyasal bekçisi olan erkek-devletin politika ve uygulamalarından alır. Dertleri bunun zeminini sağlamlaştırmak. Hani o sistemin en küçük ekonomik birimi olan aile ve bu temelde şekillenen cinsiyet rollerini…
“Toplumsal rol beklentisini değersizleştiren…” deniyor; bütün karın ağrıları toplumsal cinsiyet eşitliğine doğru gidecek bir akışı durdurabilmek, kadın ile erkeğe yapışmış rollerin ne olursa olsun aşındırılmasının önüne geçmek! Hayatın akışını ve değişimi kim durdurabilmiş ki siz durdurasınız!
İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011'de büyük tantanalarla imzalandı, 20 Mart 2021'de tam 10 yıl sonra sözleşmeden çıkıldı. Sözleşmeden çıkıldıktan sonra kadınların dayandıkları hukuki ve moral dayanak zayıflamış olsa da ellerinden çekilip alınanı tekrar kazanmak için yapmaları gereken çok şey olduğunun daha fazla ayırdına vardılar ve hareketi daha geniş temellerde örgütlemeye, her kadına ulaşma çabasına hız verdiler.
Peki neydi İstanbul Sözleşmesi, daha tam adıyla "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi"? Sözleşme, kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması konusunda bağlayıcı hükümler getiriyor, devlete sorumluluk yüklüyordu.
Kadına yönelik şiddetle mücadeleyi kurumsal bir mekanizmaya bağlıyor, kadına yönelik şiddetin uluslararası düzeyde izlenmesi ve taraf devletlerin yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin denetlenmesi amacıyla GREVIO adlı bir yapılanmayı içeriyordu. Kimilerinin abarttığı ölçüde bir barikat değildi gerçi ama politik ve manevi bir dayanak noktasıydı.
Elbette bütün bunların hayata geçirilmesi için buna yanıt veren politikaların tesisi gerekliydi. İstanbul Sözleşmesi imzalandıktan sonra kadınların hayatı kuşkusuz güllük gülistanlık olmadı fakat hem dişle tırnakla ve bedeller ödeyerek kazanıldığı için kadınlar açısından büyük bir moral-manevi dayanaktı hem de cinsiyet temelli tüm şiddet biçimlerine karşı devlete görev yüklüyordu.
İstanbul Sözleşmesi yürürlükteyken de kadınlar her gün öldürülüyordu; tacize ve tecavüze uğruyor, üretimden dışlanıyor, hayatın her alanında eşitsizlik yaşıyorlardı. Çünkü temelinde toplumun en ücra köşelerine kadar sindirilmiş ve sistem tarafından süreklileşmiş biçimde yeniden üretilen toplumsal cinsiyet eşitsizliği hükmünü yürütmeye devam ediyordu.
İstanbul Sözleşmesi, çıkışını her ne kadar kadına yönelik şiddetin yaygınlığından, kadın erkek eşitsizliğinden alsa da sadece şiddete uğrayan, tecavüze maruz kalan kadınlara değil, cinsel kimlikleri (LGBTİ+’lar) ya da etnik farklılıkları nedeniyle ayrımcılıkla karşılaşan ve saldırıların hedefi olan toplumsal kesimlerin korunması için devlete uluslararası bağlayıcılığı olan görevlerini hatırlatıyordu.
Bu sözleşmeye dayanarak yapılan 6284 sayılı Kanun da aynı amaçları güdüyor. Kadına yönelik şiddete karşı sınırlı da olsa bir güvence anlamına gelen 6284 sayılı Kanunun kağıt üzerinde bile kalmasına tahammül etmeyeceklerini her fırsatta gösteriyorlar.
Bu yüzden erkek egemen devletin ve gericilerin hedefinde şimdi o var: Yasa, şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenliyor.
Geçtiğimiz hafta 2 gün içerisinde altı kadın cinayeti işlendi. 28 Şubat’ta da sekiz kadın cinayeti işlenmişti. Cinayetlerin ardı arkası kesilmiyor. Önleyici, koruyucu tedbirleri olan, şiddetin türlerini sıralayan, kararlar uygulanmazsa zorlama hapsine hükmeden 6284 sayılı Kanun var ama bunlar da var! Uygulanmadıktan sonra yasalar ne işimize yarar?
Geleneklerin basıncını, mahalle baskısını aşıp karakola ulaşabilenlerin “beyindir yapar” tembihleriyle ev adlı işkencehanelere geri gönderilen, ömür boyu tecavüz ve aşağılanmayı reddederek buna bir son verme cesaretini gösteren, ölüm dahil her şeyi göze alarak boyun eğmeyen ve geleceğini kendi elleriyle kuracağı özgürlükte arayan kadınların ısrarı sürdükçe yasalar için uğraşılır, yasalar yapılır, yasalar değişir ama o yönelim değişmeden kaldıkça o yollar mücadeleyle yürünür. Ama SADECE yasalara bel bağlanmaz, bunu en çok kadınlar bilir.
Kartacalı komutan Hannibal'in Alpler'de sıkıştığı zaman, “Ya yeni bir yol bulacağız ya yeni bir yol açacağız!” dediği rivayet edilir. Kadınlar hayatları boyunca mücadele ettikleri özgürlükleri için her ikisine de başvurdular. Birçoğu bu ünlü sözü muhtemelen hiç duymamıştır fakat kadın olmanın sağladığı üretken-yaratıcı olma eylemi ve erdemi genlerinde, ruhlarındadır. Eğer teslim olup boyun eğmemişlerse, sahip olduklarının üzerine öğrendiklerini eklediklerinde yeni bir yol bulmaya da yeni bir yol açmaya da yetecek enerji ve tutku vardır onlarda…
(*) Alınteri https://alinteri9.org/2024/06/19/kin-dusmanlik-ve-irkcilik-kokan-aciklama/