Eşitsizliğin ortadan kaldırılması talebi, kadınların eşitlik mücadelesinin can alıcı noktasıdır. Yasa haline gelmiş/getirilmek zorunda kalınmış bütün itiraz ve isyan noktaları kadınların asla dinmeyen çığlıkları sayesindedir. Özel mülkiyet dünyasının sömürü mekanizmalarının üretip pekiştirdiği bu eşitsizlikler giderilmeden kadınların kurtuluşu da toplumsal devrimler de başarılamaz
Kadınların yaşamı ayrımcılık ve nefret söylemiyle örülü. Bu geçmişten beri böyleydi fakat son yirmi yılda gündelik yaşamın daha geniş aralıklarına yerleşerek ivmesi artarak büyüdü.
Sadece yasalar eşlik etmiyor bu akışa; hatta yıllarca yürütülen dişe diş mücadeleler sonucu elde edilen kazanımlar yasalarda ancak kenar süsü olarak yer alabiliyor. Kadınlar lehine yeniden düzenlenen “etkin” yasalardan söz ediliyor ama uygulamalar ve kadınların yaşadıkları bunu her aşamada yalanlıyor. Atılan nutuklarda söylenen ve vaat edilenlerin tam tersi çıkıyor karşımıza.
Yazılı olmayan gelenek ve alışkanlıklarla yüzlerce yıl boyunca her aşamada yeniden inşa edilen toplumsal doku da buna uygun hale getirilmiş durumda. Sistem kendi çıkarları temelinde biçimlendirdiği ve her yeni birikim modeline uyarladığı ilişkiyi kadın ve aile üzerinden kurmaktadır. Ataerkil kapitalizmin işleyişine, burjuvazinin ve erkek devletin ihtiyaçları doğrultusunda her aşamada yeniden biçim veriliyor. Bazen hukuk ve yasayla örülmeye çalışılıyor bariyerler bazen de istim arkadan geliyor: Gündelik yaşama yerleştirilmiş ayrımcı, kadın ve LGBTİ+ düşmanı “uygulamalar” yasalarla “güvence” altına alınmaya çalışılıyor. Bu doğrultuda önce nabız almak için girişilmesi düşünülen saldırı gündeme getiriliyor, kamuoyu oluşturuluyor, gelen tepkiler üzerine yeni bir hat belirleniyor.
Toplumda farklı bir beklenti yaratmak için İstanbul Sözleşmesi maskesi takılıyor, sonra bir gecede pat diye ondan çıkılıyor. Dolayısıyla ne yasalar özgürlüklerimizi garanti altına alabiliyor ne de bir kez elde edildi mi orada sabitleniyor kazanımlar.
Biteviye tekrarlanan bir ip çekme yarışı bu; ipi gevşeten, tereddüt eden, kazandığına kesin gözüyle bakıp rehavete kapılan kaybetmeye mahkûm oluyor. Kazanımların “güvenliğini” garanti altına alacak .bir uyanıklık, bilinç ve örgütlülüğe sahip değilseniz her seferinde adeta baştan başlarcasına yeni bir mücadele sürecine atılmaktan başka yol kalmıyor geriye. Tek tek bireyler açısından da özgürlükleri ve hakları için mücadele edenler için de bu böyle…
***
Kadınlar, bütün gövdeleriyle katıldıkları toplumsal mücadeleler sonucu yasa katına yükseltilen kazanımların büyük çoğunluğundan dışlanmışlardır.
Fransız Devrimi’nin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik”te ifadesini bulan idealleri, özünde erkek yurttaşlar topluluğuna sunulan bir “armağan”dı. 1789’un evrenselliği “beyaz mülk sahibi erkeklerin yurttaşlığı”nda cisimleşiyordu. Devrim kadınları yurttaşlıktan dışlamıştı. Ama kadınlar teslim olmadılar. Devrimde bile kendisini gösteren patriyarkal zihniyete karşı dişe diş bir kavga yürüttüler. “Kadının insan hakları” uğruna sonu idamla biten bu çabalar elbette boşa gitmedi.
Kapitalizmde ise eşitlik -en iyi ihtimalle- yasa önünde eşitlik anlamına gelmekte, dayandığı sınıflı toplumun temel eşitsizliklerini dikkate almadığı için, hukuk karşısında bireyler tek bir tornadan çıkmışcasına soyut parçacıklar olarak aynılaştırılmaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin görmezden gelinerek es geçilmesi, kötüye kullanılması ya da siyasette bir silaha dönüştürülmesi meşrulaştırılmıştır, acımasızca işletilmektedir. Kapitalizmde yasalar karşısında eşitlik biçimseldir ve bu ilke kadın ve erkekler için eşit muameleyi garantilemez.
Kadına yönelik şiddet ve erkek devlet şiddeti, toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde gelişen tüm şiddet biçimleri aslında kadınların meşakkatli mücadeleleri sonucu yasalarda çeşitli yaptırımlara tabi tutulmuştur. Sözgelimi, eşinden şiddet gören bir kadın haklı sebeple boşanma davası açarak evlilik birliğini sona erdirebilecek, maddi ve manevi tazminatın yanı sıra yoksulluk nafakası talep edebilecektir. Tabii polisten geçerek mahkemeye erişebilirseniz… Bu durumda da hiçbir boşluk bırakılmadan AKP’nin giriştiği ideolojik-siyasi kadrolaşmayla şekillenmiş yargının insafına kalmışsınızdır. Öte yandan kasten yaralama suçu işleyenler failin şikâyetin aranmaksızın adli mercilerce re’sen soruşturulacak, hükmedilecek ceza, suçun eşe karşı işlenmesinden dolayı yarı oranında artırılacaktır! Peki süreçler böyle mi işlemektedir? Ne gezer!
İstanbul Sözleşmesi yürürlükteyken de kadınlar her gün öldürülüyor, tacize ve tecavüze uğruyor, üretimden dışlanıyor, hayatın her alanında eşitsizlik yaşıyorlardı. Fakat sözleşmenin felsefesi güçlü bir hukuki ve moral dayanaktı. Sözleşme’nin felsefesi önemliydi asıl. Neydi bu felsefe? Cinsiyet temelli tüm şiddet biçimlerine karşı devlete yükümlülükler atfetmesi, kadının toplumsal hayatın her alanında cinsiyet eşitsizliği nedeniyle uğradığı baskı ve şiddete karşı korunması ve buna dair devlete görev yüklemesiydi. Şiddete uğrayan, tecavüze maruz kalan kadınlara, istismar edilen çocuklara, cinsel kimlikleri (LGBTİ+’lar) ya da etnik farklılıkları nedeniyle ayrımcılıkla karşılaşan ve saldırıların hedefi olan toplumsal kesimlerin korunması için devletin üstlenmesi gereken görevlerin altını çizmesiydi. Çıkışını da kadına yönelik şiddetin yaygınlığından, kadın erkek eşitsizliğinden, kadınlara dönük ayrımcılıktan alıyordu.
İstanbul Sözleşmesi'nden çıkıldıktan sonra kadınları ve kadın hareketini hizaya çekebilmek ve gözdağı verebilmek için 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun'u boşuna tartışmaya açmadılar. Sanki boşanmak kolaymış gibi “Yoksulluk nafakası”nı ısıtıp ısıtıp gündeme getirmeleri, fırsatını bulduklarında kendileri açısından uygun zamanda darbeyi indirme amaçlıdır. Mutlak itaat ve köleliği dayatan politika ve uygulamaların tümü toplumsal tepkiyi hesaplayarak adım adım atılmaktadır. Daha önce kıran kırana mücadelelerle kazanılmış hakların geri alınması da özgürlüklerin burjuva hukuka göre kesilip biçilme girişimleri de sokakla yasa, özgürlükler için mücadelenin düzeyiyle örgütlülük arasında kurulan köprülerin gücüne bağlıdır.
***
Söz ile eylemin çakışmasını görmek hayâldir bu sistemde. Dilleri başka söyler, eylemleri başka… Hukukları, yasaları farklı yazar, uygulamaları ölümle, kadın düşmanlığıyla, emek düşmanlığıyla her türden ayrımcılıkla özdeştir!
Sözgelimi, 2003 yılında çıkarılan 4857 sayılı İş Kanunu’nda ilk kez biyolojik ya da işin niteliğinden kaynaklanan zorunlu sebepler olmadıkça iş sözleşmesinin sona ermesinde cinsiyet ve gebelik nedeniyle ayrım yapılamayacağı, aynı ve eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamayacağı, cinsiyeti nedeniyle özel koruyucu hükümlerin uygulanması sebebiyle daha düşük bir ücretin uygulanamayacağı koşulu özel olarak belirtilmiştir. Peki uygulama böyle mi? Ne gezer! Evlenen kadın işçiler bile, “kesin bir süre sonra hamile kalır” diyerek işten çıkarılıyor. O kadar çok örnek var ki, hangi birini sayalım?
Yasaya bakacak olsak evlenen kadın işçinin, bir yıl içinde bu gerekçeyle istifa ederse hak ettiği kıdem tazminatını alabilme hakkı vardır! Hekim raporuyla belgelendiği taktirde gebe kadın işçiyi iş sağlığına uygun daha hafif işlerde çalıştırma zorunluluğu vardır! Gebe ve emziren kadınları fazla çalıştırma, gece çalıştırma yasaktır! Doğum sonrası ücretin yarısı işsizlik sigortasından karşılanmak üzere doğum sayısına göre değişen sürelerde yarım zamanlı çalışma hakkı… vardır! Yasaya bakacak olursak her şey mükemmel! Peki uygulamada?!. Bunların herbirinin kitaba uygun ama hayata ters olduğunu, hayata kesinlikle geçirilmediğini işçi kadın eylem ve direnişlerinden biliyoruz.
Eşitsizliğin ortadan kaldırılması talebi, kadınların eşitlik mücadelesinin can alıcı noktasıdır. Yasa haline gelmiş/getirilmek zorunda kalınmış bütün itiraz ve isyan noktaları kadınların asla dinmeyen çığlıkları sayesindedir. Özel mülkiyet dünyasının sömürü mekanizmalarının üretip pekiştirdiği bu eşitsizlikler giderilmeden kadınların kurtuluşu da toplumsal devrimler de başarılamaz.