Varlık mücadelesini her alanda yürüttükleri için zindanlarda tutulan kadınlar bu haksız tutulmanın son bulduğu günde (yani tahliye olduklarında) bütün zindan alanları “jin, jiyan, azadî” sesleriyle inler
Yaşamı anlamlandırma çabası olan insanlar, kelimelerin taşıdığı yükün ağırlığını her daim kendi bilinç terazilerinde tartarlar. Jin, jiyan, azadî kelimeleri tartışıldığı her terazide kendi ağırlığınca gelmiştir. Hem direnişin hem de sevincin sembolü haline gelen bu kelimelerin etki gücünün nedenleri aranırken, Abdullah Öcalan bu kelimeleri “sihirli formül” olarak nitelendirmesi herkesin aradığı fakat bir türlü bulamadığı nedeni açıklamış oldu. Evet, jin, jiyan, azadî kopmaz halkalarıyla bir bütün ve bir maddenin yapısını gösteren şema gibidir. Tıpkı çok bilinen suyun formülü H2O gibi! Nasıl ki biri olmadan diğeri tek başına suyu oluşturamazsa, yaşam da kadınsız olmaz, kadın da özgür olmadığı bir yaşamı tam anlamıyla yaşayamaz. Çünkü bu bir bütündür ve bu bütünlüğün temelleri tarihin başlangıcında atılmıştır.
Günümüzden on binlerce yıl önce Zagros-Toros kavisinde tarihin ilk ve en büyük devrimleri kadının aklı, hissi, duyarlılığı, gözlem gücü ve emeğiyle hayata geçirildi. Coğrafyanın elverişli olmasının avantajıyla kadın tarımı ve hayvancılığı geliştirdi. Mevsimleri takip etti; yazın topladığı bitkileri kurutup kışa hazırlık yaptı, tohumu ekip bitki yetiştirdi, yabani bitkilerden ip yaptı, ağ ördü, yemek için çanak-çömlek yaptı, yaratıcılığıyla yaşamın eksenini oluşturdu. Etrafına toplanan insanlarla barışçıl, eşit ve komünal yaşamın oluşmasını organize etti ve bu süreci erkeklerle birlikte yönetti. Ağaç kökleri ve bazı şifalı bitkilerden ilaçlar yaptı, yaraları iyileştirdi. Evet, bugünün aklıyla okuduğumuzda pek gerçekçi gelmeyebilir. Ama ilk doktorlar, ilk yöneticiler, ilk müzisyenler, ilk sanatçılar ve diğer başka birçok ilkelerin de yaratıcısı kadındı. Merlin Stone “Tanrılar Kadınken” adlı eserinde, yazıyı da ilk bulup kullananların kadınlar olduğunu arkeolojik bulguları göstererek anlatır. Gordon Childe ise Neolitik kavramını kullanan ilk kişidir ve kadın öncülüğünde yaşanan Neolitik dönemi bir kültür çağı olarak nitelendirildikten sonra, “Tüm tarımsal, zanaatsal, ulaşım, barınma, sanat, yönetim, din alanlarında devrim niteliğinde gelişmeler yaşanmıştır” diyerek özetler. Neolitik döneme “Kültür Çağı” denmesinin haklı sebepleri olduğu kadar “Tarım ve Dil Devrimi Çağı” denmesinin de haklı sebepleri vardır. Doğayı kendisinin bir parçası, kendisini de doğanın bir parçası olarak gören kadın her şeyi gözlemleyerek, takip ederek, bazen de taklit ederek dilde de ilerlemeyi sağlamıştır. Örneğin akan suyun ve evcilleştirdiği ineğin sesinden yola çıkarak ilk heceden oluşturdukları düşünülür. “M” ve “N” Harfleriyle başlayan birçok kavramın olması bu tespite dayanır. Hatta yaşamı belirleyen yasalar bilimsel buluş ve icatlar “104 Me” olarak bilinir. Öte yandan dilin Neolitik dönemde şekillenmesinin birçok örneği günümüze dek korunarak gelebilmiştir. Bilindiği gibi dönem ilk toplumsallaşmanın yaşandığı dönemdir ve yaşam şekli komünaldir. Komünal kelimesinin “kom” kökü Kürtçe bir kelimedir ve topluluk-grup gibi tam da amacına uygun anlamlara gelir. Dilin yaşamın yansıması olarak geliştiğinin en çarpıcı örneği ise, “jin”(kadın) ve “jiyan” (yaşam) kelimelerinin aynı kökten gelmesidir. Yine Kürtçede olan bu iki kelimenin kökdeşliği bize kadının yaşam kaynağı olduğunun en net ispatıdır. Azadî (özgürlük) ise bu kaynağın coşkun akmasını sağlayan ana nehri yani yaşam şeklidir. Dolayısıyla düşünce pratik ilişkisini en üst düzeyde kurup hayatta kalabilmenin her koşulunu oluşturan kadınların eşitlik anlayışına ve paylaşıma dayalı özgür bir yaşamın inşacıları oldukları açıktır.
“Kadının özgür olmadığı toplum, özgür olamaz!” belirlemesi bu diyalektiğin birbiri için ne kadar hayati önemde olduğunun göstergesidir. Jin, jiyan, azadî diyalektiğinin Öcalan’ın “sihirli formül” olarak değerlendirilmesi birazda bu tarihsel arka plana dayanmaktadır diyebiliriz. Bu dayanak özetle şöyle temellendirilir: “Neolitik Devrim özne-nesne ayrımını tanımıyordu; özne-insan ile nesne-doğa ayrımı da yoktu. Yaşam büyüleyici, coşkusu içinde geçen bir mucize olarak anlam kazanıyordu. Yaşamın kendisi mucizelerle dolu bir serüvendi. Dolayısıyla bu dönemin kabileler halinde toplumsallaşmış insanlığında özgür hareket, her şeydi. Sadece hareket vardı, o da özgürceydi ve sarhoş ediciydi. Yaşam ana-kadın etrafında örgütleniyordu. Dolayısıyla mucizeler ana kadına mal ediliyordu; kadının tanrıçalığına da bu kapsamda varılmıştı. Tanrıçalık kaba güçle varılan bir yüceliş değildi, yaşamın gerçekleştirişi ve sahiplenişiyle ilgili bir zihinsel yücelişti. Neolitik toplum ana kadının ellerinde, yüreğinde ve zihninde gerçekleşiyordu. Tarım ve hayvanlarla ilgili tüm keşifler ve icatlar onun damgasını taşıyordu. Gecikmeli de olsa ilk kent sitesi olan Uruk’un tanrıçası İnanna’nın ilk gaspçı ve kurnaz erkek tanrı Enki’ye karşı ‘104 adet buluş ve icadım” dediği değerler için kavgasını dile getiren ilk destanı bu gerçeği ifade etmektedir.”[1]
İnsanlık tarihinin toplam yaşam sürecinin yüzde 98’lik kısmın kadın öncülüğünde gelişen bu eşitlikçi, özgür, komünaliteye dayanan yaşamla geçtiğini, cüzi bile sayılmayacak son yüzde 2’lik kısmın ise kadın emeğinin ve yaratıcılığının erkek tarafından gaspı ile başlayıp devamında tamamen kadın aleyhine değişen süreci ifade ettiği unutulmamalıdır. Bilindiği üzere bu süreç Büyük Ana-Tanrıça, Bilge Kadını, Kutsal Ana’yı zaman içerisinde, Büyük Tanrı, Bilge Şaman ve Kutsal Rahibe dönüştürdü. Bu dönüşümler başta mitolojiler olmak üzere birçok tarihi ve kutsal kitaplara da konu oldu. Örneğin mitolojilerde kurnaz erkek tanrı Enki İnanna’nın buluşlarını çalıp gasp ederek Marduk’a itaat etmeyen Tiamat’ı parçalarına ayırarak ve Zeus Athena’yı alnından doğurarak kadının öz gücüne savaş açarken, kutsal kitaplarda Adem’e itaat etmeyen Lilith, Kızıldeniz’e sürgün edilip şeytanla evlendirilir yetmez, çocuk yiyen yılana dönüştürülür. Sonra da onun yerine Adem’in kaburgasından (hem de Adem rahatsız olmasın diye uykusundayken) Havva yaratılır. Ama neticede Havva’da yılan (yani Lilith) tarafından kandırılır ve tıpkı açmaması gereken kutuyu açan Pandora gibi, yasaklara uymayan Havva elmayı yiyerek insanlığın başına felaketi getiren kadın olur. Bir tarih kitabı da sayılan Tevrat kadından tarihini, İncil getirdiği katı kurallarıyla kadından cinselliğini ve nasıl yaşanılması gerektiğini madde madde anlatan Kuran ise kadından yasalarını alarak yaşamın tüm alanını erkekleştirdi. Erkeklik erkekler arasında örgütlenen ve öğretilen bir siteme dönüştü ve kadının pozisyonu bu zihniyetle “ayet ayet” işlendi. Kur’an-ı Kerim’in Ahzâb Suresi 50 ve 51 ayetlerindeki gibi: “Ey peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcalarının kızlarını, halalarının, dayılarının ve teyzelerinin de kızlarını helal kıldık.” Bilindiği gibi Hz. Muhammed’in Hz. Hatice dışında on eşi de vardı. Tevrat’tan ise Hz. Süleyman’ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve üç yüz de cariyesi olduğunu okuyoruz. Hz. İsa’nın çok eşli alma durumu olmamış fakat o da sürekli kadının itaatkâr olanını vaaz etmekten geri durmamıştır. Havarilerden Paulus, Efeslilere “İsa nasıl kilisenin başıysa, erkek de kadının başıdır!” diyerek seslenir ve devamında “Bir kadın tam bir itaatkarlıkla sessizce öğrenmelidir. Ancak onun erkeğin öğreteni olmasına izin verilmez” diyerek de kadının konumunu hatırlatır. Binlerce yıllık imha, inkâr ve zulümle kadını öz gücünden koparıp köleleştirmeye çalışan, mülk gören ev içine hapseden zihniyete karşı hep bir duruş olmuştur. Zaten kadının tarihselliğine baktığımızda bu olmalıdır da çünkü kadının öz gücüne dayanan ve onu simgeleyen Ana Tanrıça kültürünün kökleri her yerde! Büyük Ana Tanrıçayla ilgili bütün efsaneleri yeniden sınıflandıran Merlin Stone “Evreni yaratan bu kadın tanrıları Sümer’de olduğu kadar, Babil ülkesinde, Mısır’da, Afrika’da, Avusturalya’da ya da Çin’de bulunmanın sonucu, şaşırdığını ve gözlerinin kamaştığını itiraf etmektedir.”[2]
Aslında şaşırılması gereken bugün kadının bulunduğu konumdur. Kadına kendi ontolojisi unutturulmuş ve doğasından kopması için her yol mubah görülmüştür. Kendi doğasını ve varoluşsallığını ancak yine kendi yaratabilir. Martin Heidegger’in “Varlığın evi dilidir” meselesinden yola çıkıp yine dilden örnek verecek olursak, Kürtçede doğa kelimesinin karşılığı “xweza”dır. “Xwe” kendi anlamına gelir. “Za” ise doğmaktır. Xweza bu haliyle kendini doğuran anlamına gelir. Bu çift anlamlılığa dikkat çeken Öcalan kadınlara çağrıda bulunur: “Kadın özgürlükçüsü olmak lazım. Kadına biçim vermeyi ahlaksızlık sayıyorum. Kadının xwedası gerekir. XWEDA kendi kendini doğurmadır. Özgür kadın bir güneş gibi doğar.”[3] Kadını bir ulus olarak tanımlayan, kadının kurtuluşunu vatanın kurtuluşundan daha çok önemseyen, kadınla ilgili fikirlerini sistemleştirip ilk defa bilim haline getirerek kadınların yolunu aydınlatan Öcalan, en son “jin, jiyan, azadî”yi “sihirli formül“ olarak tanımladı.
Sihirli formülün etki gücü, yakın zamanda Jîna Emînî için bir isyana dönüşüp, hızla tüm dünyaya yayılmasında görüldü. Öncesinde de Minbic’te aynı zihniyete karşı çoğunluğunu Kürt kadın savaşçılarının oluşturduğu enternasyonel kadınların omuz omuza mücadelesinde görülmüştür. Pazarlarda satılmak üzere DAİŞ tarafından kaçırılan kadınlar özgürlüklerine kavuşur kavuşmaz “jin, jiyan, azadî” sloganlarıyla üzerlerindeki kara çarşafları yırtarcasına çıkarıp çölün ortasına atmışlardır. Kurtuluşun hassasiyetiyle bir özgürlük nidasına dönüşen bu diyalektik, yıllardır zindanlarda tutulan politik tutsak kadınların da zihninde, yüreğinde, dilinde…
Varlık mücadelesini her alanda yürüttükleri için zindanlarda tutulan kadınlar bu haksız tutulmanın son bulduğu günde (yani tahliye olduklarında) bütün zindan alanları “jin, jiyan, azadî” sesleriyle inler. Bu doğalında gelişen umudun dilidir; artık bir formüle dönüşen. Evet, artık kadınlar farkında! Binlerce yıldır sistematik bir şekilde tüm kurum ve kuruluşlar kadın düşmanlığı yaptı. Sadece bu da değil, derinleşen etnik tüm krizlerin altında, doymak bilmeyen sermaye güçleri ve ulus-devlet kisvesi altındaki faşist yönetimlerde sistematik olarak kadın düşmanlığı yaptı-yapıyor. Günümüzde yaşanan politik özgürlüğün gaspı, fikir ve yaşam özgürlüğünün ihlali, örgütlenmenin kriminalize edilmesi, kadınların erkeklere oranla daha ağır cezalarla cezalandırılması, rüşvetin, yoksulluğun, yolsuzluğun, gelir eşitsizliğinin ve enflasyonun tavan yapması gibi tüm toplumsal krizlerin altında kadının köleleştirilmesi gerçeği yatar. Çünkü erkekte kadını köleleştirmek için kurduğu tüm bu sistemin kölesi olmaktan kurtulamadı. Statü olarak üste olma çabası kendisinin de egemenin kölesi olma durumundaki kaçınılmaz sona hazırladı. Erkeğin (kendisine düşman olan) yarattığı bu kanserleşmiş sistemi iyileştirmesi beklenemez. O yüzden kadınların bir an önce kolları sıvayıp binlerce yıl önce gerçekleştirdiği yaşam kuruculuğu rolünü oynamasının zamanıdır.
Kadınlar bir kere neolitik dönemde, eşit, özgür ve komünal bir yaşamın tohumunu attılar, her ne kadar gelinen noktada kimyasal ilaç ve kısır tohumla toprak ananın canı yakılsa da sihirli formülün mucizesi olan can suyuyla tekrar yeşereceği kesindir. Yeter ki kadınlar, jin ve jiyanın bir olduğunu unutmayıp tarihteki “azadî”liklerinden güç alıp xwezalarını gerçekleştirsinler. Yeter ki tarihin başlangıcında gizli olan kadından güç alıp bugünün tarihini yazmaya koysunlar!
Kaynaklar:
- Demokratik Uygarlık Manifestosu I-II-III-IV-V
- Cemşid Bender- Kürt Mitolojisi