Tel örgülerle etrafı kapatılan konteyner kentlerin girişinde bekletilen polislerin bekletilmesinin gerekçesini sorduğumda depremzede bir kadının, “Depremin ilk gününden bu yana yoktular, geldikleri gibi bize yardıma gelen insanlarla konuşmamızı kesmeye çalışıyorlar” söylemleri aslında sonradan gelen devletin insanların yaşamlarını 21 metrekareye sıkıştırarak kendine olan öfkeyi unutturmak olduğunu bizler gibi depremzedeler de farkındaydı
Bundan tam bir yıl önceydi. Ajanslara, haber sitelerine Maraş’ta deprem olduğuna dair haberler düştü. Maraş, Malatya, Diyarbakır, Urfa, Antep, Bingöl, Kilis, Adana, Osmaniye, Hatay etkilenen iller diye sıralanıyordu. Haa bir de unutulan ve adı hatırlanan Adıyaman vardı. Depremin etkisi o kadar büyük olmuştu ki halkın unutulmuşluğu, acıyı, yıkımı, tepkiyi adına “Acıyaman” diyerek dile getirmesi de bundandı belki. Evet bir süre sonra o da eklendi depremden etkilenen kentler listesine. Tabi bunlar sadece kentlerdi. Bir de onlarca ilçe bir o kadar da köy vardı yıkıma uğrayan. Günler, haftalar sonra gidilebilen ya da hiç gidilemeyen.
Ve Türkiye halkları “Devlet nerede?”, “Devlet yok” sözlerini işte o zaman duydu, dile getirdi, ne anlama geldiğini sorgulamaya başladı. Halbuki, asırlardan bu yana sistemlerin halkları inandırdığı devletin “baba”, “koruyucu”, “kollayıcı” ve “sahiplenici” olmadığı gerçekliği ile yaşanan acı ve yıkımın içinde tanıştı, adı sıralanan illerdeki, binler on binler, yüzbinler… Ardından da dayanışmanın, birbiri ile ortaklaşmanın, paylaşmanın, bölüşmenin yaşatabildiğini, yaşattığı ile hatırladılar. Depremin yıkımını, acılılarını hafifletmeyi karın-kışın soğuğundan biraz da olsa ısınabilmeyi başardılar dayanışma ile dayanışmanın kadın hali ile…
Evet, başlarken dedim ya bir yıl geçti. Burada, uzun uzun değerlendirmeler yapmak değil amacım. Sadece bir gazeteci olarak depremi duyar duymaz bölgeye ilk gitmeye çalışan bir gazeteci olarak gördüklerimi paylaşmak.
6 Şubat sabahı deprem haberini görür görmez ajansın yolunu tuttum ve arkadaşlarla konuşup hemen deprem bölgesine gitme planı yaptık. Ardından bir gazeteci arkadaşımla birlikte Ankara’dan deprem bölgesine gitmek için yola çıktık. Yolda olduğumuz süre boyunca dijital medya hesaplarından depremin yıkımını öğrenmeye çalışsak da o görüntülerin sadece dağın görünen yüzü olduğunu nereden bilebilirdik ki…
Ancak tipi ve sağanak yağıştan dolayı gece yarısında vardığımızda yıkımın boyutlarını Malatya’da gördük. Evinden can havliyle çıkarak üstüne bir şey alamayan insanların çaresizliği, enkazlar arasından ailesini arayanların görüntüleri, enkaz altında kendi çabaları ile çıkanların yüzlerindeki korku, endişe… Görüntüler karşısında bir süre ne fotoğraf makinamı çalıştırabildim ne de bedenime söz geçirebildim. Yıllardır gazetecilik yapmama rağmen ilk defa böyle bir olaya şahitlik ediyordum. Bu benim için her ne kadar zor olsa da en sonunda, fotoğraf makinasıyla gözüme çarpan ilk bekleyişi, yıkımı çekiyorum. Bir otel önünde ailesini aramaya çalışan insanlara arkadaşımla birlikte mikrofon uzatır uzatmaz, “Kimse gelmedi, devlet yok! ailemi bulmaya çalışıyorum” sözlerini duyuyorum. Otelin önünden ayrıldığımda ise sokak sokak gezerek insanların acılarını ve çaresizliğini kameramla kaydediyorum. Dondurucu soğukta yıkımın içinden çıkarılan eşyaları yakarak ısınmaya çalışan insanlar, ışıkları olmayan sokaklar, daha düne kadar çocuk kahkahalarının yükseldiği evlerden geriye kalan yıkımlar ve etraftan adeta gökleri yırtan haykırışlar…
Kendi imkânları ile yıkımların arasında bir ses duyma umuduyla mücadele eden insanlara yönümü veriyorum. Her bir artçıda insanların gözlerindeki o korkuyu gördükçe bir an önce sabah olmasını bekliyoruz. Her dakika saate bakarak ne zaman sabah olacağını, gün ışığında yıkımın hangi boyutlarda olduğunu düşündükçe o gecenin bir türlü sabaha evrilmemesi de adeta işkenceye dönüşüyor. O manzaraya kendimi her ne kadar hazırlamasam da nihayetinde yavaş yavaş günün aydınlanmasıyla birlikte yıkımın acı boyutunu daha net bir şekilde görüyorum. Yıkımın gerçekliği kendisini gösterirken, gece yarısından bu yana bir şey yiyemediğimizi fark ediyor ve bu insanların bir gün boyunca aç kaldığını o an idrak edebiliyorum. Bir yandan gezdiğim her bir sokakta yıkımı fotoğraflarken bir yandan da bir yerden sıcak bir çorba, kuru bir ekmek bulmaya çalışıyorum. Ancak yok. Bu kez de aç kalma durumuna alışmam gerektiğini kendime yaptığım telkinlerden sonra buz gibi havada bir gün boyunca hiçbir şey yemeyen insanların yaşadıkları mağduriyetin bununla da sınırlı kalmadığını deneyimliyorum depremzedelerle.
Malatya’nın ardından yönümü Elbistan’a çeviriyorum. Malatya’dan daha kötü değildir dediğim Elbistan deyim yerindeyse adeta haritadan silinmişti. Tamamıyla yıkılan çarşı merkezinde her yıkımın üstünde birilerini bulma umuduyla çalışan gönüllü insanlarla karşılaşıyorum. Malatya’da gördüğüm “devletin yokluğu”, Elbistan’da da geçerli tabi. Cemevine gittiğimde Cemevinin etrafında yakılan ateşler, her an yeni bir deprem olacak korkusuyla dış kapıya yakın bir odada bekleyen yüzlerce kadın, çocuk ve yaşlı… Cemevine girer girmez gönüllülerin yanı sıra gözüme çarpan şey, çoğunluğu yaşlıların oluşturduğu bir odada yüzlerce insanın toplanması. Odanın içerisine ayak basar basmaz, koltuklarda uyuyan çocukların annelerinin eline sımsıkı sarılması da ayrıca dikkatimi çekiyor. Kameramın kayıt tuşuna basıyorum ve kadınlara neler hissettiklerini soruyorum. Bunu sormak da cevabını almak da zor biliyorum ama yaşananları göstermem, geleceğe bir kayıt düşmem gerektiğini de biliyorum… Ve Malatya’da duyduğum sözler, burada da kadınların dilinden dökülmeye başlıyor. “Kimse yoktu üç gün boyunca tek başımıza bırakıldık, bu insanlar gelmese (gönüllüleri kastederek) bu soğukta ölecektik” sözleri ayrı ayrı her birinin ağzından dökülmeye başlıyor. Ardından Cemevi’nin altında bulunan depo alanına geçiyorum. Cemevi’nin arkasında bulunan depo alanına geçtiğim de ise, beni karşılayan içerisinde yaşamını yitirenlerin bedenlerinin olduğu ağzı açık tabutlar oluyor. Cemevi’nin altında bulunan yıkanma yerinde sürekli bir ölü bedenden diğer birine geçilmesi sürecini de kendimce kanıksamaya başlıyorum. Sonrasında Elbistan’a gelen gönüller ile konuşarak, nelere şahitlik ettiklerini anlatmalarını istiyorum bu kez. Kurdukları “Kıyamet gibi bir şeydi” sözü depremin yarattığı yıkımın özeti gibiydi. İnsanların ağızlarından çıkan her cümle, terk edilmişliğin verdiği umutsuzlukla giderek bir öfkeye dönüşüyordu. Gün akşama evrilirken de dondurucu soğuğa rağmen enkazların bulunduğu her yer yakınlarını arayanlarla doluyor, enkazları terk etmiyorlar, enkaz altındaki yakınlarından bir ses duyabilmek adına. Burada geçirdiğim zamanın her anı binlerce hikaye, acı ve terk edilmişliğe tanıklıkla geçti. Bir de yakınlarını arayanlara, yaralananlara, kurtulanlara yardım etmek için gönüllülerin dayanışmasına…
Bu sefer yönümü Antep’e veriyorum. Daha öncede gitme şansı yakaladığım Antep’te en fazla yıkımın olduğu yerlerin başında Islahiye ve Nurdağı olduğunu öğrenerek, buradaki gönüllülerin oluşturduğu alanlara gidiyorum. Akşam saatlerinde vardığım Islahiye’de daha önce Ankara’da birlikte çalıştığım bir gazeteci arkadaşımla karşılaşıyorum. Gönüllü insanların etrafında toplandığı ateş başında günün kritiğinin yapıldığı, ertesi gün hangi alanlara yardımların gideceğini öğrendikten sonra gazeteci arkadaşımla sohbet ediyoruz. Ailesinin de evinin yıkıldığını ve çocukluk arkadaşını da kaybettiğini söylüyor. Arkadaşımın, dilinden dökülen sözlerin ağırlığını her ne kadar hissetsem de, “geçecek” demekten başka tek bir sözümün olmadığını biliyordum.
Sabah saatlerinde Islahiye ve Nurdağı’na giderek, depremde, savaşta en fazla mağdur olan, ihtiyaçları neredeyse karşılanmayan hatta görülmeyen kadınların yaşadıkları sorunların unutulmuşluğun ötesinde olduğunu kadınlarla yaptığım sohbetlerle bir kez daha görüyorum. Bir kadının “Bu depremden dolayı kanamalarımız çoğaldı, ped bulmakta güçlük çekiyoruz” sözleriyle bir pede dahi deprem bölgelerinde ulaşmanın kadınlar açısından ne denli zor olduğunu da görüyorum. Bunun yanı sıra, temiz suya erişimin olmamasından kaynaklı temiz iç çamaşırının da olmaması enfeksiyonlara, mantara, kaşıntılara neden olduğunu paylaşıyor kadınlar. Ancak bunları da ne yazık ki çok rahat bir şekilde paylaşıp dile getiremiyorlar.
Görüştüğüm başka bir kadının, “Ben yine bir şekilde bulurum ama bizim buralarda mülteciler çok fazla, o kadınlara bir şey vermiyorlar onlarında seslerini duyurun” sözleri ise mülteci kadınların deprem bölgesinde dahi büyük bir ayrımcılığa, ötekileştirilmeye maruz kaldığının ifadesiydi. Deprem bölgesinde mikrofon uzatmadığımız aslında bizlerin de unuttuğu mülteci kadınların yaşadıkları sorunları dinlemek için mültecilerin yaşadıkları yerleri soruyorum hemen. Ardından kendilerine bir alan oluşturduklarını öğrenerek boş bir alanda kurdukları çadıra yöneldim. Battaniye ile kapısı kapatılan çadırın “kapısını” açmamla birlikte, öksüren kadınlar, yemek için ağlayan çocuklar, lohusa sürecinde olan bir kadının bebeğini doyurma telaşıyla karşılaşıyorum. Sadece kadınların olduğu çadırda, bir kadının, “Sen de kimsin, yabancısın ne istiyorsun bizden, gitmiyoruz buradan” sözleri beni her ne kadar “şaşırtsa da” kendimi tanıtıyor ve yaşadıklarını haber yapmak istediğimi söylüyorum. Türkçe’yi çok iyi konuşamayan bir kadının, “Görüntümüzü alma sesimizi kaydet, görüntümüz verilirse bizi sınır dışı ederler” sözleriyle devletin yarattığı atmosfere öfkelensem de kadınlarla yaptığım görüşmenin ardından ayrılıyorum.
Antep’in ardından yönümü bu kez Narlı’ya çeviriyorum ve onlarca merkezde karşılaştığım aynı yıkımlar içerisinden koordinasyon merkezine geçiyorum. Boş bir arazi de kurulan koordinasyon çadırında gözüme toplanan çocuklar takılıyor. İstanbul’dan gelen gönüllü bir ekip tarafından depremi bir nebzede unutmaları için çocuklara oyuncaklar dağıtılıyor, oyunlar öğretiliyor. Bu alanda toplanan çocukların ve etraflarında toplanan kadınların yüzlerindeki gülümseme, dayanışmanın yaraları iyileştirdiğine olan inancımı artırıyor. Ama hemen arkasında meydana gelen artçı sarsıntıdan korkan ve çığlık atan çocukların sesleri, bir saniye önce çocuklar ve kadınların yüzlerinde belirlenen gülümsemenin yerini yeniden korku alıyor. Koordinasyon alanında bir süre kaldıktan sonra yardımların köylere götürüleceğini öğreniyorum ve ben de köylere gidecek gruplara dahil oluyorum. Yardım dağıtıldıkça depremin ilk gününde insanların gözlerinde şahit olduğum umutsuzluk halinin yerini umuda bıraktığını görerek, bir kez daha kameramı yol boyu yıkımlara ve köylerdeki kadınların yaşadıkları sorunlara çeviriyorum. Depremin ilk günü şahitlik ettiğim, “Kimse gelmedi, devlet mi o da nedir? Devlet yoktu, gençler vardı, Kürtler vardı” sözlerini bir kez daha duyuyorum. Kendilerine çoğu zaman öteki, bazen de “terörist” olarak propaganda edilen Kürtlerin ilk yardıma koşan insanlar olması insanları hem duygulandırmış ve hem de bu konuda şaşkınlık yaşamalarına neden olmuştu. Narlı’da en acı anlardan biri de bahçesinde tekerlekli sandalye ile oturan teyzenin anlattıklarıydı. Eşinin kendisini kurtardıktan sonra yıkıntıların altında kaldığını anlatıyor gözleri yaşlı bir şekilde ve aynı şekilde “Devlet yetişseydi eşim kurtulurdu” sözleri aynı zamanda isyanını da anlatmaya yetiyor.
Son durağım unutulmuş kentler arasındaki en unutulmuşu olan Adıyaman ve Hatay oluyor. Gönüllüler tarafından kurulan çadır kentte yine devlet yerine halkların örgütlü gücü sayesinde terk edilmişliğin getirdiği umutsuzluğun insanların yüzlerinde yavaş yavaş silindiğine de şahitlik ediyorum. Adıyaman’da kadınlar için özel olarak kurulan alanlarda kadınlarla yapılan sohbetlerde kadınlara sık sık sahip oldukları haklar anlatılıyor, yukarıda da belirttiğim gibi temiz suya erişilmemesinden kaynaklı yaşadıkları sağlık sorunlarına dair bilgilendirmeler yapılıyor. Sohbetler sırasında, gözüme çadır alanın bir metre ilerisinde tel örgülerle çevrilmiş, uzaktan göründüğünde hapishaneleri aratmayan konteyner kentleri oluyor. Tel örgülerle etrafı kapatılan konteyner kentlerin girişinde bekletilen polislerin bekletilmesinin gerekçesini sorduğumda depremzede bir kadının, “Depremin ilk gününden bu yana yoktular, geldikleri gibi bize yardıma gelen insanlarla konuşmamızı kesmeye çalışıyorlar” söylemleri aslında sonradan gelen devletin, insanların yaşamlarını 21 metrekareye sıkıştırarak kendine olan öfkeyi unutturmak olduğunu bizler gibi depremzedeler de farkındaydı. Adıyaman’ın ardından gittiğim Hatay’da şehrin yerle bir olduğunu görüyorum. Hatay’da bulunduğum süre boyunca ihmaller silsilesini kayıt altına alırken, gittiğim bir mahallede, “Kimse yardımımıza gelmedi, akşamdan yağmur yağmıştı su kuyularında yağmur suyu vardı cenazelerimi yıkılan evimin avlusuna dizerek, kuyuda biriken yağmur suyu ile yıkadım, tek bir Allah’ın kulu imdadımıza yetişmedi” sözleri devletsizliği en şeffaf şekilde açıklayan cümle oldu.
5 ay sonunda deprem bölgesinden ayrıldığımda geride aynı acıları, yıkımları bırakmadım aynı zamanda ruhumda belki de asla unutamayacağım derinlikte kendimle birlikte götürdüm. Terk edilmişliğin, devletli devletsizliğin, çaresizliğin, ölümüne terk edilmenin ne demek olduğunu hayatım boyunca bu kadar çıplak yaşamamıştım. Birkaç saniyede yok olan hayatları, kentleri… Bir solukluk zaman diliminde artık yaşamların eskisi gibi olmayacağını… Ve dayanışmanın inceliğini, yaşatma kudretini en önemlisi kadınların birbirlerine derman olan iyileştiren ilişkilerini. Bilge insanın “Merkezi uygarlık sistemlerinde özne her zaman sermaye ve iktidar kaynaklıdır” sözünün neye denk düştüğünü nasıl hayat kararttığını… Ve tabii o acılar içerisinde yarasına dokunduğum, yanında yer aldığım insanların geride kalan arkadaşlıkları…