“Mahkûmlar haklarını arıyorlarmış”. Mahkûmun ne hakkı olur ki… Mahkûm işte adı üstünde, yatacak. Nerede, nasıl yattığının ne önemi var. Bizim tıfıl hemen atıldı: “Sen yattığın yeri, nasıl yaşadığını önemsiyorsun ya… Onlar neden önemsemesin!..” işte o zaman söyledi 'farkındalık' sözünü; toplumda da farkındalık yaratacaklarmış!..
19 Aralık 2000'de 20 hapishaneye yönelik saldırının ardından kimilerimiz öldük kimilerimiz daha kapsamlı bir vahşetin önüne geçmek için Ölüm Orucu'na başladık. Aşağıdaki metin, zorla müdahale için hazırlanan Kartal Devlet Hastanesi'ne 193. gün götürülen kadın tutsakların o anlara dair yaşadıklarının sürece tanıklık eden on iki kişi cephesinden yansımaları…
1 “Yaşadınız, tanıklık ettiniz; bu vahşet günlerini isteseniz de unutamayacaksınız!”
Kadın harbi delirmiş. Göz göze geldiğimizde hep bunu söylüyor. Göz göze gelmemeye çalışıyorum ama bazen oluyor işte… Kafam bir türlü almasa da nefret de etsem görünüşü karşısında ürperiyorum bayağı. Çok zayıf çünkü… Sesinin çıkabilmesine hayret ediyorum, bayağı da yüksek sesle söylüyor. Gözünüzü kapatsanız normal bir insan konuşuyor sanırsınız. Ne normali, bence kesinlikle deli! Tıkılmış bir odanın içine, gece gündüz yanan ampul, kapıda nöbet tutan, 'gözünüzü üstünden ayırmayacaksınız' talimatı verilmiş tedirgin erlerle bir arada olmaktan hiç rahatsızlık duymuyor gibi…
Bu kadın annem yaşında olmalı. Dikkatli bakınca annemden daha yaşlı görünüyor. İlkokul öğretmenime benziyor biraz, ama bu çok zayıf, duvarlara tutuna tutuna yürüyor, tuvalete gidene kadar her odaya uğramadan, bir şeyler söylemeye çalışmadan edemiyor. Subay görse ağzımıza sıçar. En yumuşak sesimle, “Bayan, bayan, yapmayın ne olur…” diyorum. Tınmıyor. Aslında kolundan tutup odasına götürüp fırlatmak var, ama böyle bir emir verilmedi, üstelik elimde melimde kalır, korkuyorum açıkçası. Diğer 8 odada kalanlar sürgü almışlar, ona yapıyorlar. Bu gezintiye çıkmış gibi yürüyor. Rahatına baksana anacığım, ne zorluyorsun kendini…
Ne zaman bitecek bu dayaktan beter nöbetler? Kışladayken daha çok yoruluyorduk, doğru; başçavuş canımıza okuyordu, doğru; içtimada başımıza türlü belalar gelebilirdi… Hepsi tamam da burası insanı allak bullak ediyor, burada gece gündüz nöbet tutmak tam bir işkence! Neden bizi seçtiler, neydi suçumuz?
2 “Tanıklık ettiniz, bu günler çıkmayacak aklınızdan!”
Bu ikisini üç gün önce getirdiler. Ölüm açlığı yapıyorlarmış 188 gündür. Subay doktora söylerken duydum. Orada da hastane var, neden buraya getiriyorsunuz kardeşim? 30 kilonun altına düşenleri buraya getiriyorlar, daha önce de getirdiler, biliyorum. Akıllarını kaybedince ilaç veriyorlarmış ölmesinler diye. Ama o da kâr etmiyor ki, biri sabahtan öldü. Babası “ilaç verebilirsiniz” diye imza atmış. Öldü, kapattılar o odayı.
Bu bizimki, tuvalete giderken ölenin kaldığı odaya doğru başını uzatıp “yatma, kalk hareket et biraz,” diye bağırırdı. Kalkar yürür müydü bilmiyorum o yumuşak başlı güzel kadın. Ben bu odanın kapısından ayrılamam. Öldüğünü de doktorlar koşturunca anladım. Subaylarla birlikte babası da geldi odaya, “Ahhh” diye çığlık koyverdi adamcağız, bütün koridoru inletti. Yazık değil mi adama?
Bizimki yerinden bile kalkmadı, kalksa da çıkamazdı zaten koridora. Ben ne güne duruyorum kapıda?.. Gözlerini duvara dikti, boş boş baktı durdu. Neden sonra kalemle yazmaya başladı. Hayat hikayesini mi yazıyordu acaba, ana babasına mektup mu yazıyordu, kocasıyla mı vedalaşıyordu. Kocası da varmış bunun, o da mahkûmmuş. Eh işte, tencere kapak… Ne olacaktı ki…
3 “Sadece emir kulu değilsiniz, burada yaşananlara tanıklık ediyorsunuz…”
Bu zaten geldiği gün de ortalığı birbirine katmıştı. Ben o zaman girişte nöbet tutuyordum. “Tuvalete götürün beni” diye bağırıyordu. Kimsenin oralı olduğu yoktu. Tutsun çişini yahu, burada o kadar iş var, kim seninle uğraşacak? Tekerlekli bir sandalyeyle indirdiler ambulânstan. Önce kapıda beklettiler bunları bir iki saat. O zaman başladı işte sağa sola bağırmaya. Subaylara emir veriyor yaa, “Beni tuvalete götürmek zorundasınız!” diyor. Her geçen dönüp bakıyor. Hasta yakınları, doktorlar, hastabakıcılar, erler, subaylar… Çocukluğumdan beri midemi kaldıran hastane kokusu yetmezmiş gibi bir de bunun etinden et koparılıyormuş gibi bir sesle verdiği talimat…
Ne belaymış bu askerlik arkadaş; köyün mırıl mırıl akan dereleri, yalçın dağları, karanlık basınca etrafı aydınlatan yıldızları, anamın peynirli taze soğanlı lavaşları… Şimdi kalk burada nöbet tut! Bana ne mahkûmların ne istediğinden arkadaş!.. Benim aklım Döndü'yle Döne'de senin aklın inekle danada… Yok, bu öyle değildi de, şimdi bu geliverdi işte.
Bi de farkındalık diye bir şey çıkarmışlar, bizim üniversiteli tıfıl söylerken duydum. Anlamadım ama çaktırmadım da… “Mahkûmlar haklarını arıyorlarmış”. Mahkûmun ne hakkı olur ki… Mahkûm işte adı üstünde, yatacak. Nerede, nasıl yattığının ne önemi var. Bizim tıfıl hemen atıldı: “Sen yattığın yeri, nasıl yaşadığını önemsiyorsun ya… Onlar neden önemsemesin!..” işte o zaman söyledi 'farkındalık' sözünü; toplumda da farkındalık yaratacaklarmış!..
4 “Yaşananlara tanıklık ediyorsunuz, farkında mısınız?”
Gün ışığı sızıyordu ufaktan. Tepede yanan lamba öylesine göz alıcıydı ki dikkat etmezseniz anlayamıyordunuz güneşin doğmaya başladığını. Hava bulutluydu onun da rolü var. Gözlerim yanıyordu, 'bir an önce nöbeti devredip uyusam, diye geçiriyordum içimden. Ben uyku diye inlerken, çakı gibi duruşumu bozmazken gözüm ona ilişti. Gözlerini görmeye çalıştım daha çok. Uyuyor muydu acaba, uyuduğunu hiç görmemiştim. Gündüzleri yemek tablası olarak hastaların önüne getirilen masanın gerisinde oturuyordu. Okuyor, yazıyor, binalardan başka bir şeyin görünmediği dışarıya bakıyordu arada bir. Birkaç gece nöbetinde yatağa uzandığını görmüştüm ama günlerdir uyumuyordu. Bu da benim gibi yazıcı olsa gerek diye geçirdim içimden. Okuyup yazmış, mürekkep yalamış biriydi. Yoksa insan mapusa düşer mi?
Bildiklerini başkalarına da anlatmaya çalışanlar tehlikeliydi devletin gözünde. Bak ben öyle miyim mesela?.. Bildiklerimi kendime saklıyorum, sadece en güvendiğim arkadaşlarıma söylüyorum bazen. Burası da puşt yatağı, herkes ispiyoncu, herkes çavuştan rütbeliden aferin alma peşinde. Olmaz öyle, yakarsın sonra kendini. Bunlar bunu bilmiyorlar mı?
Açlıktalarmış, daha insani koşullar istiyorlarmış, hücrede yaşamak istemiyorlarmış. Kim ister ki, ama sen tutuklusun kardeşim, öyle her istediğini vermezler. Baş edilir mi devletle hiç, güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü… yat cezanı çık dışarı, bu kadar işte!
Saçlarına ak düşmüş, insanın gözünün içine dostlukla bakan bir kadındı kapısında beklediğim. İnsan üzülüyor be, gözünün önünde eriyip gidiyor. Allah bu dünyanın belâsını versin, insanın elinden bir şey gelmiyor. Başımı çeviriyorum daha çok, görmezden geliyorum bakışlarını. Bir yandan da merak ediyorum yazdıklarını, 'tek ben olsam nöbetçisi koridorun, iki satır sohbet edebilsek,' diyorum. Neler söylerdik birbirimize… Bende lâf çok, eh o da ziyarete gelenlerle aralıksız konuşuyor. Yakardık sigaraları karşılıklı, neler anlatırdı acaba. Oysa birkaç gün sonra ölüp gitmiş olacak. Öyle çok ölüyorlar ki…
5 Zıpkın gibi duran asker: Yanlış bedene hapsolmuşuz işte…
Dudaklarımı kıpırdatmadan içimden konuşuyorum. Zaten bunları kimseye söyleyemem ki… mahvederler beni, hayatımı karartırlar. Zıpkın gibi duruyorum kapıda, zaman zaman içeri göz atıyorum.
Bir yönüyle birbirimize benziyoruz diye geçiyor aklımdan belli belirsiz, ama benzemeyen bir sürü şey de var. Çizilmek istenen sınırlara ikimiz de karşıyız, ama o bu sınırlara karşı savaş açmış, bense yaralarımı içimde taşıyorum, korkudan geberiyorum. Homoseksüel olduğumu bir anlasalar, ya keserler ya da canlı canlı yakarlar beni bu salak sürüsü. Günlük yaşamda, içtimada, nöbette, yemekhanede, yatakhanede, tv falan izlerken beğenilerimi bile dile getirmiyorum. Duygularımı ima dahi etmiyorum; sesimin tonunu, bakışlarımı kontrol altına almaya çalışıyorum. Hissetse biri halim nice olur!.. Anama babama anlatamamışım, bu azgın faşistlere nasıl anlatırım. Bir vukuat yaşanmadan şu askerlik bitse diye şafak sayıyorum.
Bizim bir arkadaş vardı hastanede çalışıyordu. 'Her gün buçuk buçuk atıyorum serviste,' diyordu. Kadınlar anlasa bile onlardan zarar gelmez. Ama erkekler sesinin tınısından huylanabilirler, o zaman da iş hayatının sonu olur. İş bulmak kolay mı, sonra gelsin açlık. Sonra gelsin eve para göndermelerin sonu. Her şey parayla oluyor bu zamanda. Ameliyat dünyanın parası… Daha ona sıra gelmedi ama, yanlış bedene hapsolmuşuz işte…
Her sabah doktorlar bütün odaları ziyaret eder. Bunlar müdahale kabul etmiyorlar, sadece hâl hatır faslı yaşanıyor. Konuşulan her şeyi duyuyorum. Bazen asabi oluyor, doktorlara çıkışıyor. Çünkü yetkili kimse uğramıyor yanına, gazetesi alınmamış ya da geç gelmiş oluyor, sıcak su isteği karşılanmamış oluyor, ziyaretçilerine zorluk çıkarılmış oluyor. Bu da doktorları bulunca bütün bunları onların üstüne boca ediyor. Kimi zaman o gerginlikten kurtuluyor herhalde, daha sevecen konuşuyor onlarla. İşte o zaman, ikimiz de görünmez olsak ve bir araya gelip konuşsak diyorum, kimselerle konuşamıyorum. Çok yalnızım, kendimle baş başayım. Ben ona derdimi anlatsam, anlar eminim. Böyle bir deri bir kemik kalmışken bile öyle akıllı/bilgece laflar ediyor ki… belki bana bir akıl bile verir. Kimselerin yapmadığı şeyi yapar, bir yol gösterir. Ama çok az ömrü kaldı bence, başımın çaresine bakmalıyım. Hele askerlik bir bitsin, bulacağım bir formül.
Rütbeli öyle pis baktı ki az önce, koridora geldiğini bile farketmemişim nasıl dalmışsam…
6 Birinci refakatçi: Ablam ölürse…
Onlar bize tuzak kuruyor, biz onlara… Oruççuları vazgeçirelim diye yanlarına gönderiyorlar, biz de buna inanmış gibi yapıyoruz, hah!
Ablam ölürse… yok ölmez, çok güçlüdür o. Ama bazen boş boş bakıyor, kırk yıllık komşularımızın adını hatırlayamıyor. Köydeki evimizin bahçesindeki ceviz ağacını, altında oynadığımız oyunları hatırlamıyor. Şalvarını indirip dakikalarca peşimizden koşturduğumuz Gülten'i bile hatırlamıyor… Kafasında bir duman bulutu varmış gibi sallanıyor, öyle zayıf ki bazen sabah uyanınca ilk bakışta tanıyamıyorum onu. Ağrıdan kasılıyor yüzü bazen, ne yapsam ki?
7 Birinci doktor: Siz bizi iyileştiremezsiniz, tanıklık edebilirsiniz sadece
Her sabah geri geri gidiyor ayaklarım, daha geceden basıyor afakanlar, çaresizlik hissi kaplıyor içimi. Çok hasta gördüm bugüne kadar -şimdi burada olsa 'hasta değiliz biz' derdi eminim- onlar bi acayip; hasta desen değil, sağlıklı da diyemem, onca yıl boşuna mı okuduk! Bazen 'hepimizden daha rasyonel düşünüyor,' diye geçiyor aklımdan. Sabahları daha hayat dolu, senin benim gibi biri sanki… Akşam üstleri, nöbetimde uzatıyorum başımı bazen odasına, bilgece bir memnuniyet ifadesi var dudaklarında. Kapıda dikildiğimi hemen fark ediyor, başıyla selamlıyor ya da 'ne işin var burada' dercesine soran bakışlarla kısacık süzüyor.
Her sabah saat 10:00'da viziteye çıkarız. Onun kaldığı odaya da uğruyor, 'nasılsın' diyorum usûlen. O da burada kaldığı 12 gün boyunca, 'iyiyim,' dedi sürekli, yakınmasız bir meydan okuma var sesinde. 'Ne soruyorsun, görmüyor musun?' gibi değil de senin yapabileceğin bir şey yok dercesine… Dokunamayıp tedavi edememek korkunç tabii, çünkü gözlerimizin önünde eriyor. Gözleri çılgınca parlıyor; bazen bir kabulleniş bazen 'daha her şey bitmedi' mesajı var bu bakışlarda. Kaşlarını çatıyor sonra, başını okuduğu ya da yazdığı şeye çeviriyor. 'Konuşma bitmiştir,' deklarasyonu bu!
Deliler gibi sigara içiyor, en çok buna hayret ediyorum. 200 gündür beslenmemiş bedenin sigarayı bu denli özlemesi… Sınırlarını onun belirlediği birkaç konuşma girişimi sırasında yüz bulup sormuştum: 'Aç karnına nasıl içiyorsun bu mereti?' 'Karnım aç değil ki, açlık hissi ilk on beş gün sonra yavaş yavaş kayboluyor. Dişlerimi fırçalayıp suyumu içtikten sonra sigara ilaç gibi geliyor…' Aklımın almadığını fark etmiş, 'boşver, anlamaya çalışma…' dercesine gözlerimin içine gülmüştü. Sımsıcak, dostça bir gülümseme, öyle ya onun düşmanı değildim ki, 'emir kulu'yum sadece, işimi yapıyorum. Gerçi emir verilse ona zorla müdahale edeceklerden biri de benim. Bunu o da biliyor ama hiç hissettirmedi. İnsanın elinden bir şey gelmemesi, yapılacakların o anda hiçbir anlam ifade etmemesi, zamanın sancılı akışı, geleceğin bizden hayli uzaklarda oluşu, yapmamız gerekenleri yapmadıkça daha da belirsizliğe gömülmesi… bir gün konuşabilir miyim acaba bunları, çıkar mı bir fırsat?..
8 İkinci doktor: Resmi görevli yoksa siz sorumlusunuz yaşadıklarımızdan
Kafayı yemiş, subaylar ortada görünmeyince her şeyi bizden talep ediyor. Gazetesi gelmemiş, su ve sigara aldırmak istiyormuş kantin uğramıyormuş, aşağıda bekleyen mektupları iki gündür verilmiyormuş… Sadece fiziksel ihtiyaçları yokmuş onların, bunlar da hava gibi su gibi önemliymiş, miş miş de miş miş!.. Daha kapıdan girer girmez makinalı tüfek gibi başlıyor. Kardeşim buranın iç güvenliğinden sorumlu subaya söyleyeceksin sen bunları, beni ne ilgilendirir. Ben senin sağlığınla ilgilenmek için buradayım. Gerçi ne tansiyon ölçtürüyorsun ne nabız alabiliyoruz. Şikayetlerini zaten söylemiyorsun. 'Nasılsın bugün'ü 'iyiyim,' diye geçiştiriyorsun. İyiymiş, nasıl iyi olabilirsin ki? 25 kiloya düşmüşsün, bembeyaz bir çehreyle sadece nefes alıp veriyorsun. O da şimdilik…
Anlamaya çalışıyorum nasıl olduğunu, bilincin yerinde mi değil mi?.. Haber vermem gerekiyor yetkilere, benim işim bu kadar, ötesi idarenin… Görünen o ki, aklın fikrin bayağı yerinde, durmadan hesap sorup, talimat verdiğine göre henüz dokunamayız sana! İyi bakalım, bekleyelim görelim el mi yaman bey mi yaman. Dayılanıp duruyorsun, doktorluk yeminimizi hatırlatıp duruyorsun ama kimleri gördük biz… Nereye kadar, ne zamana kadar böyle gidecek sanıyorsun?
9 Hemşire: Çok derinlerden bir şey söylüyorum sana, basit bir şey; anlamaya çalışsan keşke…
Sadece gözlerden ibaret bir beden var karşımda, ak düşmüş saçlarına bakınca boyalı saçlarımdan utanıyorum. Beyaz üniforma kurtarıyor beni biraz, bir de kadın oluşum, idareden olmayışım, asker-polis gardiyan üçlüsüyle ilgimin olmayışı… Ama buradayım işte. Sonuçta ben devlet memuruyum, o devlet 'düşmanı'!… O ölüm orucunda -kaç gün olduğunu biz nereden bileceğiz bunca hayat gailesinde, bir kendi biliyordur bir de sevenleri. Bir yandan yiyorum tabağımdakileri bir yandan adlandıramadığım bir duyguyla adeta iğreniyorum yediklerimden. Çocukken annemin ağzıma tıkıştırıp 'çiğne, yut,' deyişi geliyor gözlerimin önüne en çok; yanağımda biriktirdiklerimi ağzımın içlerine iteleyişi… Bir nevi 'zorla besleme'ydi, ama çocuktuk, itiraz geçmezdi aklımızdan.
Bazen çok benzerlik buluyorum aramızda ama çoğu zaman iki farklı dünyayız.
Haziran sıcağında o hastane odasında, açlıktakilere ayrılmış o havasız odada kat kat giyinmiş oturuyor. Üşüyor olmalı, hiç söylemedi ama biliyoruz üşüdüğünü. Onu ısıtacak, enerji verecek bir besin almıyor çok uzun bir süredir. Bedenini yiyor 200 gündür. Yağlar gitti önce, sonra kemikler sonra kaslar… bir deri bir kemik derler ya… öyle işte. Ceplerini öte beriyle doldurduğu avcı yeleği neredeyse üstünden kaçıyor. Kalemler, çakmaklar, sigaralar, küçük not defterleri…
'Kadere bak' diyorum, 'bu hastane odasında ölüm kokusunda karşılaştık. Başka bir mekânda, bir başka zamanda karşılaşsaydık ne çok söyleyecek şey bulurduk birbirimize. Aynı yaşlarda olmalıyız, farklı hayatlar yaşadık ama birbirimizden öğrenecek tonla şey buluruz. Yanıtını bilmediklerimi, başkalarına soramadıklarımı sorarım ona. Bilirse söyler, söylerse düşünürüm. Nasıl beter bir hayatım olduğunu, gülümseyişimin ne kadar zoraki olduğunu itiraf ederim. Anlamıştır gerçi, o saçları boşuna ağartmaz hiçbir kadın.
Keşke ölmese; geceleri dua ediyorum ölülerimin ardından ona da…
10 İkinci Refakatçi: Devletle baş edilmez kuzum, baş edilmez. Öldüğünüzle kalırsınız…
Gün boyu ayakta, kemikleri batıyor tabii oturamıyor, ama yatmıyor da… Yatağa uzandığını görmedim. “Anne bizi buraya müdahale etmek için getirdiler, uyursam “bilincini yitirdi' diye zorla besin vermeye başlarlar, gözümü kapatamam” diyor. Zorla beslemek de neymiş, delirmiş bunlar. Bebekleri anlarım da koca koca insanları nasıl zorla besleyecekler?!
Beslenme dedi de aklıma geldi, kızım orada yavaş yavaş ölüyor, ben de onun zoruyla bir şeyler yemeğe çalışıyorum. “Anne senin yemen lazım” deyip duruyor. Ne yemesi ne içmesi, hiçbir şey geçmiyor boğazımdan, sırf o üzülmesin diye koridora çıkıp o her yeri tutan yemek kokuları arasında birkaç refakatçiyle birlikte birkaç parça tıkıştırıyorum boğazıma…
Kapılarda nöbet bekleyen erler bakıyorlar saçlarımla, tozlu ayakkabılarımla, kemikli ve kırışıklıklar içindeki ellerime… Neye bakıyorlar ne arıyorlar ne görmek istiyorlar… anlaması zor. Hüzün mü desem, acıma mı, kızgınlık ve anlamlandıramama mı… sanki bir şeyler sorar gibi, bir soruya yanıt arar gibi bakıyorlar.
Hiç umudum yok, ama ölme kızım, sen gidersen ben ne yaparım?
11 Yanık sesli asker: “Ben yoruldum hayat / gelme üstüme!”
Gün doğumları kısacık anlar, her gün sanki birbirinin aynı. Ne uzuyor ama ne de kısalıyor. O anlarda türküdeki gibi bir cigara yakabilsem diyorum, üflesem dumanını, her şeyi unutup hayâllere dalabilsem. Hayâllerimiz diye bir şey yok halbuki, sıradan özlemler, elle tutulacak kadar yakın beklentiler. Ama o işler öyle değil, ulaşamıyoruz işte bir türlü. Düşmüşüz girdabına hayat cehenneminin, kurtulmak için debelenip duruyoruz.
“Ben yoruldum hayat/gelme üstüme…” En sevdiğim türkülerden biri de bu. Ne zaman duysam, ne zaman söylesem yakışıyor bizim gibilere… Bizim gibileri anlatıyor daha doğrusu. Camların aylardır temizlenmeyişine rağmen mutlak bir kararlılıkla sızıyorlar içeri. Türkü zamanı şimdi ama öyle bağıra çağıra olmaz, köy yeri değil ki burası, evde değilim ki… Usuldan usuldan sadece kendimin duyabileceği bir sesle. Odaya göz atıyorum, giysileriyle yatağa uzanmış yine, ayakkabılarını çıkarmış sadece. Duymaz bu kısık sesleri diye düşünüyorum. Çünkü gözleri artık az görürmüş, kulakları az işitirmiş… Öyle demişti bizim sağlıkçı.
Başlarda aramızda konuşmaya bile korkuyorduk. Yerin kulağı var, ispiyoncular ibadullah… Gün 24 saat kapılarında nöbetteyiz, hayatımızın o kadar içindeler ki, bir yerlerden ister istemez açılıyor konu. O, beyazlamış saçları ve dünyanın hakimiymiş gibi duruşuyla hepimizde merak uyandırıyordu doğrusu. Diğerleri gençti, onun torunları olacak yaştaydılar. Tertipler bir alem, kimi saçlarına dikkat etmiş onun kimi duruşuna kimi giydiklerine kimi yazdıklarına kimi rütbeliyle konuşmalarına kimi gözlerimizin içine bakışına… Valla ben en çok görüşçülerine ve konuşmalarına dikkat ettim. İlginçti, her gün iki posta geliyorlardı. Hepsi çok temiz ve şık giyinmişlerdi. Çoğu yarın ölecekmiş gibi bakıyorlardı yüzüne, tek lâf etmeden dinliyorlardı söylediklerini.
Kapıda onları görünce bazen şaşırıyor ama her zaman çok seviniyordu. Görünüşünden beklenmeyen bir çeviklikle sıçrıyor, sevgi ve özlemle sarılıyordu. Sanki, bedeninin bütün enerjisini ve canlılığını onlara geçirmeye çalışıyordu. Sonra aralıksız anlatıyordu, kulağıma çalınmıştı söylediklerinden bazıları. Selam söylüyordu bol bol, aldığı mektuplardan yeni yazdıklarından bahsediyordu. Dışardaki gelişmeleri can kulağıyla dinliyor, bazılarını hiç anlamadığım önerilerde bulunuyordu. Aklı fena halde başındaydı yani.
12 Dağlarda bir ceylan: Kapılar, pencereler, oda lambaları…
“Dağlarda bir ceylansın” demişti anam benim için. 'Ne ceylanım ama' diye düşündü, bu yad ellerde evsiz yurtsuz, üstelik yaralıyım taa derinlerimden. Akşam güneşinin utangaç hûzmeleri camları bir bir yalayıp geçiyor. Umutsuzca camdan bakıyorum, ceylan olduğum günleri düşünüyorum. Kimselere biat etmediğim, gönlümce ormanın derinliklerini keşfettiğim, özgür bir ruh gibi ağaçtan ağaca, çiçekten çiçeğe konup göçtüğüm, tozu dumana katarak koştuğum, nehrin sularıyla kucaklaştığım o günleri… Ceylanı tutsak ettiler şimdi. Ellerimde kelepçe, ayaklarımda zincir yok ama ben de onlar kadar tutsağım. Gidemem bir yerlere, askerlik denen illet bitene kadar kıpırdayamam yerimden.
Sekiz kadın topu topu, iki manga nöbet bekliyoruz. Gece gündüz, gece gündüz… Cezaevinden getirmişler bunları, ölüm orucu yapıyorlarmış. Bir deri bir kemik hepsi, canlı cenaze gibiler. Allah düşmanımın başına vermesin, insan yüzlerine bakmaya korkuyor. Hem merak ediyor hem çekiniyor hem ürperiyor. Sanki kaçıp gidebileceklermiş gibi tetikteyiz, gözümüzü üstlerinden ayırmıyoruz. Uzun süre hareketsiz yatarlarsa, gözlerini açmazlarsa komutana haber vereceğiz. Öyle olunca ne yapacaklarını bilmiyorum, ölmelerini istemiyorlar bence. Ölmelerini istemiyorsanız, isteklerine he deyin olsun bitsin. Gerçi ne istediklerini de pek bilmiyorum ya, “insanca yaşamak istiyorlarmış” Kim istemez ki!..
Benim kapısında beklediğim kadın içlerinde en yaşlı olanıydı, bayağı yaşlıydı… Şaşırmıştım ilk gördüğümde, annemden teyzemden yaşlıydı. Bizimkiler köyde nelerle uğraşıyordu, o burada nelerle. Nasıl bir dünyaydı bu yaşadığımız.