Dieb Oroubah
Kapitalist toplumda emek yer değiştiriyor ve sömürü düzeni başka bir boyut kazanıp; kırdan kente, kentten kente doğru göçler iktidar ve devlet eliyle desteklenir hale geliyor
Tarihte zaman zaman dünyanın seyrini değiştirecek göçler yaşanmıştır. Bu göçler siyasi, sosyal, ekonomik nedenlere dayansa da belki de en tetikleyici ve bütün bu nedenleri kendi içinde barındıran gerçekliğin başını devletlerin, sorunları uzlaşı ve barış yoluyla halletmek yerine savaşı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Bugün bizzat içinde yaşadığımız coğrafyada yakından tanıklık ettiğimiz savaş; farklı devletler tarafından ağır silahlar ve kendilerine göre şekillendirdikleri hukuk ile neredeyse tamamen ortadan kaldırılmış insan hakları ihlaliyle, kendi içinde ya da dışa dönük yoğun göç hareketliliği yaratmakta. Bu göç hareketliliğini en fazla yaşayan halklardan biri olan Kürtler açısından da çetrefilli süreçler yaşanmakta. Özellikle son yüz yıldır kendi topraklarında yaşama hakkı tanınmayan, her türlü yol ve yöntemle bu topraklardan atılmaya çalışılan bu halk türlü ve derin zorluklarla karşılaşmakta. Bunun en belirgin örneklerinden biri de Dersim Tertelesi’dir; 1938’de Dersim’de herkesin ve her şeyin dâhil edildiği bir katliam sürecinden geriye kalanların sürgün edilmesi, çocukların zorla farklı bölgelerdeki ailelere verilmesi, bu çocuklardan da geriye kalanları yine açılan yatılı okullara (Elâzığ Kız Enstitüsü) kapatıp Türkleştirmeye çalışılması belgeler ve kişilerin aktarımlarıyla kanıtlıdır. Peki burada son mu buldu Kürtler için zorunlu göçü yaratan benzer durumlar? Elbette mevcut koşullarda ve hala devam eden politik amaçlarla bu durum sürdürülmekte. Özellikle kapitalizmin taşıyıcısı olan ulus devlet anlayışının bu halkı eti ve kemiğiyle, kültürü ve diliyle baskısı altına aldığı, bunu da halkı sürekli hareket halinde tutan, gittiği yerde de mevcudun içinde eriterek, sesini cılız bırakarak yapıyor olması göçü en tartışılır konular arasına almakta. Bugün Kürtler hala özellikle siyasi nedenler ve bu siyasi nedenlerin tetiklediği ekonomik ve sosyal boyutlarıyla göçe zorlanmakta ve bu göçün her yönüyle ele alınması gerekmektedir. Peki, bu göç ne gibi yeni nedenler ve sonuçlar doğuruyor; “Göçün, yalnızca demografik bir süreç olarak tanımlanması, onun içeriğini anlatmak bakımından yetersizdir, böylesi bir tanımlama, göçün anlamını daraltmakta ve özellikle kapitalist toplumda göç olgusunun tüm boyutlarıyla anlaşılmasını güçleştirmektedir.”(Kaygalak.2009.10)
Kapitalist toplumda emek yer değiştiriyor ve sömürü düzeni başka bir boyut kazanıp; kırdan kente, kentten kente doğru göçler iktidar ve devlet eliyle desteklenir hale geliyor. Oysa ki bu insanlar köyünde kendi tarlasını ekerek, küçük çapta kendi tarımını gerçekleştiriyorken, kendi kendine yeteri kadar üretirken göç yollarına düşüp nice zorluklar, sorunlar yaşıyorlar. Çünkü bu bir politika ve incelikli olarak işlenmeye devam ediyor.
Yine “İşgücünün sürekli yedeklenmesi, sermaye birikimi ve kapitalist ekonominin gelişimi için gereklidir. Çünkü bu işgücü ordusu kapitalist ekonomi içinde ikili bir işlev görür. İlk olarak bu yedeklenmenin, sürekli olarak kullanıma hazır bir işgücü potansiyeli yarattığı görülür. İkinci olarak da, nüfusun varlığı işgücü pazarında bir rekabet oltamı yarattığından, çalışanların ücretleri ve diğer kazanımlarının denetim altında tutulmasına hizmet eder.”(Kaygalak:2009,s16)
Burada asıl meselelerden bir tanesi genç erkeklerin ve genç kadınların, kapitalist üretim ilişkileri içindeki ezilme biçiminin en ağır şartlarda hala devem ediyor olması ve günümüzde genç kadınların merdiven altı tekstil atölyelerinde çok ilkel ve zor koşullarda çalışıyor olmalarıdır.
Şimdilerde ise sığınmacıların en ağır koşullarda emek sömürüsüne uğrayarak mahalle içlerindeki atölyelerde kuralsız, esnek, ucuz işgücü olarak çalıştırılmalarıdır. Peki devletin ve onun kurumlarının bundan haberi yok mu? tabii ki var. Fakat buna müdahale etmiyor, etmek de istemiyor. Bunda siyasetinde etkisi olduğunu biliyoruz. Hem sisteme ucuz işgücü olacaklar hem de siyasi iktidarın oy deposu olacaklar.
Tabii göç ettikleri kentlerde derin mekânsal sınıfsal farklılıklar da ortaya çıkıyor, gettolaşma ile birlikte, yeni kente yeni gelmek isteyenlerinde cazibe merkezi haline geliyor. Burada çok ciddi bir asimilasyondan da bahsetmek gerekir kendi köyünde kendi anadilini konuşabiliyorken, kentte yasaklar, korkular, milliyetçilik, devreye giriyor ve bu kentlerde, dünyaya gelen çocuklar ana dilinden uzaklaşıyorlar.
Nihayetinde hiç tanımadığı dayanışma alamayacağı yere gitmektense köyünden, yöresinden tanıdığının yanına gitmesi uyum vb. birçok şey açısından daha önemli hale geliyor.
Böylece yeni bir ezilme ve yoksulluk durumu ortaya çıkmış oluyor. Kentlerdeki gecekondular iç göçün eseri; bir gecede imece usulü yapılıp kondurulan evler yani kısıtlı olanaklarla yapılan kafasını koyabileceği bir mekândır. Buralarda hemşeriler, aynı köylüler için aslında bir yandan dayanışma olurken öte yandan acıyı sağaltma olarak da görülebilir.
Göç konusunda daha birçok şey söylenebilir. Fakat göç hareketliğinde kadınlar en ağır payı yaşayanlar oluyor. Bunlar olurken evin bakımını üstlenen, geçinmek için hayatından fedakârlık yapan ve erkeğin her türlü zulmüne katlanan kadınlar bir yandan kente uyum sağlamak öte yandan geçinme derdine düşüyor. Sosyologlar, göçlerde erkeklerin kadınlara daha çok şiddet uyguladığını kentlerin pırıltılı, dinamik, kozmopolit yaşam şeklinden dolayı sahiplik olarak kurguladığı kadına karşı şiddet mekanizmasını artırarak devreye koyduklarını açıklıyorlar.
Evden dışarı çıkarmamak, şiddet uygulamak, okula göndermemek, tarikatlara gitmek, yaşadıklarını dinle izah etmek vb. birçok şey hala yaşanıyor, bu iktidarın kadın düşmanı politikaları da kadına yönelik şiddetin geldiği noktadır. Her gün kadınlar katledilirken, İstanbul sözleşmesiyle uğraşıp bir gecede iptal etmek yerine kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele etmeyi seçseydi, yargıda iyi hal indirimi uygulamak yerine faillere ağırlaştırılmış cezalar verilseydi, erkek egemenliğine son verip kadınların kendilerini yaşamın her yerinde ifade edebilecekleri mekanizmalar kurulsaydı. Toplumun koşul ve şartları değişir, daha yaşanır bir hal alırdı. Elbette kadına karşı yürütülen bu olumsuz ve yıpratıcı politikalar toplumun tamamına sirayet edecek zor bir yaşam yaratmakta. Bir toplumda kadın özgür değilse elbette o toplumun adaletinden, kültüründen, sanatından da iyi bahsetmek imkansızdır. Düşünün ki uzay çağından, kolaylaştırılmış bir hayatın olanaklarından bahsedilen bir yerde kadınlar hala en temel haklarını almak için mücadele etmek zorunda bırakılmakta. İşte böyle bir noktada bir toplumun gerçekliği ne olabilir?
Elbette bu ülkede göç gerçekliğinde kadından ayrı bahsetmemek mümkün değildir. Evde sokakta, devletin bütün kurum ve kuruluşlarında kadına olabildiğince dar bir alan yaratılıyorken, kadın en yerleşik olduğu mekânda bile görünmezken, göründüğü yerde de şiddete maruz kalıyorken, bu toplumun gerçekliği ne olabilir ki?
Bugünkü göç gerçekliğinde de kadınlar, çocuklar, gençler daha iyi yaşanır alanlara erişmek için kendi topraklarından kopmak zorunda kalmakta ve bu zorunluluğun içinde çoğu zaman o kaçtıkları yaşam koşullarından daha da zor koşullarla karşı karşıya kalmakta bu döngüden nasıl çıkılır ise asıl soru; tabii ki örgütlenerek ve bu örgütlülükle mücadele alanları yaratarak haklarımıza erişme yolu bulunabilir.
Buradan 15 Kasım 1937 yılında Seyid Rıza ve arkadaşlarının Elazığ Buğday Meydanı’nda asılmasının üzerinden 86 yıl geçti fakat bunu unutmak mümkün değil saygıyla anıyorum…