Kadınların kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarını yok saymadan, bunun yaşattığı çıplak aşağılanma, duygusal ketlenme, mobbing… kısacası yaşadıkları bütün yoksunluklar üretim alanında mücadeleye atılması için hangi eşikleri aşması gerektiğini düşündürmeli bize. Çünkü bütün bunları dikkate almayan bir örgütlenme ona biçtiğimiz öncü misyonunun erimini de gösterecektir
Krizin ortaya çıkardığı yıkım, kitlelerin dibe doğru itildikçe hayatla ve çevreleriyle kurdukları ilişkinin değişimi gözle görülecek kadar somut: Umuttan derin umutsuzluğa, umutsuzluk çölünden yeni beklentilere doğru yelken açmak şeklinde salınıyor.
Sistem öyle derin bir çürüme ya da yok oluş seçeneği dayatıyor ki, soluk borularını tıkayan bu örümcek ağlarından kurtulup nefes alabilmelerini sağlayacak minicik bir delik bile bulamıyorlar bazen. Yürümeleri gereken asıl yola adım dahi atamıyor ölüyorlar… Toplumsal çürüme ve insanlıktan çıkma halinin en “berrak” ifadesi kadın bedenine yönelik saldırganlıkta dile geliyor. Kadınlar akla gelecek/gelmeyecek en vahşi biçimlerde katlediliyorlar; sabah akşam tanık olduklarımız bunlar.
Gün geliyor daha önce inanıp bel bağladığı ilke ve değerlerin “hiçbir işe yaramadığını” görüp çıkışsızlıkla intihara yöneliyor* ya da gün geliyor ayakta/hayatta kalabilmek için bu çürümüş sistemle uyum göstermeye, onlardan biri olmaya yönelebiliyorlar.
Bütün renklerin hızla kirlenmesine benzer şekilde her şey akıl almaz bir hızla eskirken bunalım ve yenilgi dönemlerine özgü her şeyi makûl gören bir yılgınlık boy veriyor tehlikeli bir biçimde. Çünkü, Lenin'in deyimiyle “Her büyük bunalım bazılarını sarsar, kendine getirir, ileriye doğru fırlatırken; bazılarını da sersemletir, geriye çeker, moral çöküntüye ve paniğe sürükler”.
Üçüncü bir yol
Oysa üçüncü bir yol daha var; bir umut, bir itiraz, bir çıkış arayışı şeklinde insan olarak kalmaya çalışma yolu… kendini direnişlerle sınırlı tutmayan bir cephe, her alanda görünmeye, var olmaya çalışan insanlar yılların birikmiş öfkesiyle doğruluyor.
Türkiye'nin hemen her yerinde insanca yaşanabilecek ücret ve insanca çalışma koşulları için sera işçilerinden sağlık emekçilerine, enerji işçilerinden metal işçilerine inşaat işçilerinden tekstil işçilerine kadar irili ufaklı ama inatçı direnişler kendini konuşturuyor. Kadın işçilerin sefalet ücreti ve uzun çalışma saatleri yanında başlıca yakınma ve mücadele konusu cinsiyetçi iş bölümü, cinsel taciz ve mobbing… Kadınlar istihdam olanağını kolay kolay yakalayamıyor -her dört kadından sadece biri iş bulabiliyor-, daha düşük ücret alıyor, kadınlara daha az zam yapılıyor, devlet kadının kazancını ailenin ek geliri olarak görüp öyle kodluyor. Yani kadınların direnmek için daha fazla nedeni var.
Neredeyse iki ayı bulan direnişleriyle Agrobay'ın kadın işçileri de bu direnişlerin başını çeken en gözü kara bölüklerden. “Peşini bırakmayacağız” diyorlar, yaşadıkları kölece koşulları anlatıyor, patron Arzu Şentürk'ü kastederek “Fizan'a da gitse…” diye ekliyorlar. Çünkü haklılıklarının en çok onlar farkında, direnişlerinin meşruluğuna ilk başta kendileri inanıyor. Bunun verdiği güçle, sabır, emek ve zorluk içeren mücadeleyi işyeri önü, konsolosluk kapısı demeden sürdürüyorlar.
Bir yere sığamayan direnişler
Zaten hangi mücadele biçimi olursa olsun bir sokağa, işyeri önüne, belli bir alana, belli bir noktaya çakılıp kalırsa orada kazanım sağlansa bile bu sadece kendisiyle sınırlı bir kazanım olur, kendi dışına taşmaz, kendisi dışındaki diğer emekçiler üzerinde etkili olmaz ya da etkisini yeni halkalara doğru yayamaz. Kendilerini hukukun ağır dönen çarklarına mahkûm edenler burjuva hukukun egemenler/patronlar lehine işleyişi yüzünden yavaş yavaş tükenmeye başlayan umutlarıyla baş başa kalırlar.
Kadın mücadelesinin boy verdiği ya da potansiyel dinamiklerin bilinmesi ve öngörülmesiyle yürünecek yolu belirginleştirmesi gereken kim peki? Öncüler mi kitleler mi?
Hem o hem bu! Kitleler öncüleşip öncüler kitleler içinde erimeyi başarabilirse…
İşçi sınıfının, hele onun kadın yarısının yaratıcı gücünü ve yeteneklerini harekete geçirip geliştirmenin önünü açacak olan taban inisiyatifleridir; taban inisiyatifini kapladığı yerden, biriktirdiği enerjiden sıçratacak olan da bunun hakkını vermesi gereken öncülerdir. Öncüler “dışardan” gelmez sadece. Çözüm noktasında fikri olan, pratikleştirme konusunda bir irade koyabilen herkes öncüdür. Bunun biçimlerini ve mekanizmalarını yaratmaya yoğunlaşmak vazgeçilmez bir kaldıraç noktasıdır. Ortak üretim, ortak iş, ortak mücadele konularını bulup çıkarmaktır. Bu noktada kimsenin zorlanacağı falan yok. Ortaklaşmayı, dayanışmayı gerektiren, birlikte yürütüldüğünde anlam kazanacak o kadar çok hayat-memat meselesi var ki…
“Bizleri yan yana getiren sabahlar”
Bütün bu mücadele alanlarında kadınların pratiği kesinlikle farklı seyreder. Çocukların annesi, hasta ve yaşlıların hemşiresi, aşçı ve hizmetçi ev kölesi yoksulluk kırbacı altında çalışıyorsa servis geç gelir ya da almadan gider, şef tuvalet kapısında dakika tutar, başını kaldıran cezalandırılma tehdidini her dakika hisseder. Hele sendikalı olmaya kalkarsa… mimlenip kara listeye alınır ve bir daha da çevre fabrikalarda iş bulamaz! Kadınların kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarını yok saymadan, bunun yaşattığı çıplak aşağılanma, duygusal ketlenme, mobbing… kısacası yaşadıkları bütün yoksunluklar üretim alanında mücadeleye atılması için hangi eşikleri aşması gerektiğini düşündürmeli bize. Çünkü bütün bunları dikkate almayan bir örgütlenme ona biçtiğimiz öncü misyonunun erimini de gösterecektir.
Her açıdan özgürlüğe ölümüne susamıştır kadın kitleleri, hem de yüzyıllar boyunca. Söz konusu olan kadın işçi-emekçiler olunca bu yoksunluk daha da katmerlenmektedir. Kadın işçi olmanın bütün handikaplarını her gün yaşarlar.
Emek sermaye çelişkisinin iliklerine kadar sömürülenlerin hayatlarını nasıl biçimlendirdiği herkesin kendi deneyimiyle sabittir. “Sabahın ilk ışıklarının dili olsa herhalde ilk 'Gün aydı mı' diye sorardı kendine. Seke seke ayakkabılarımızı giyerek koşturduğumuz duraklara, her köşe başına bizleri yan yana getiren sabahlar.”**
Gün ayacak ve “eksik, yarım, yetersiz, kafasız, cahil” sıfatları kolaylıkla yapıştırılan, “ucuz emek gücü” olarak kodlanan kadınlar bütün sabahlara eşit ve özgür olarak uyanacak. Yeter ki, inadımızı, ısrarımızı ertesi güne bırakmayalım!
Dipnotlar:
(*) Sadece Hakkâri'de son dört ayda 15 kişi intihar etti. İşsizlik, yoksulluk, göç, baskılar, madde bağımlılığı öne çıkan sebepler arasında sayılıyor. Adana, Adıyaman ve Mersin'de üç hekimin mobbing, ağır çalışma koşulları ve her gün artan baskılar nedeniyle intihar ettikleri dile getiriliyor.
(**) Tuzla Organize Sanayi'de çalışan metal işçisi bir kadın