Yeniden barış, Kürt sorununda demokratik çözüm ve tüm ezilenler için daha fazla demokrasi diyeceksek, en başa çöktürme planının başladığı yere, Kobane direnişine dönmeli ve HDP’li arkadaşlarımızın yargılandığı davanın, barış için düşünmeye başlamanın merkezi olduğunu kabul etmemiz gerekli
Süleyman Demirel’in 1992 yılında “Kürt realitesini tanıyoruz” cümlesinin ardından, 93 yılında Genelkurmay açıklamalarında “düşük yoğunluklu savaş” tanımının kullanılması, Kürt sorununun devlet katındaki yeni ifadeleriydi. Uzun yıllar boyunca bir savaş olduğunu kabul etmeyen devletin itirafını niteliyordu bu açıklamalar. İnkâr, imha ve asimilasyon çerçevesinde yürütülen savaşa karşı ilk yaygın sesler de yine 90’ların başında yükselmişti. 94 yılında feministlerin “Arkadaşıma Dokunma” kampanyası, 94 1 Eylül’ünde BSP’nin Kadıköy’de düzenlediği barış şenliği, savaşa karşı Türkiye tarafında, insan hakları mücadelesinin ötesine geçen ve enternasyonalist sosyalist hareketin sınırlarının dışına taşabilen ilk örgütlü siyasal tutumlardı denebilir. Sonrasında “Barış için 1 Milyon İmza” kampanyası, yaşananın Kürt halkına yönelik bir savaş olduğunu toplumsal bilince çıkarmak için önemli bir adım olmuştu. 90’lı yıllar Kürt halkının kolektif hakları ile tanınma mücadelesine tanıklık ederken, 2000’lerle birlikte Kürt halkının mücadelesi ve Kürt özgürlük hareketinin siyasi çizgisi burjuva parlamenter siyasetin gündeminde de belirleyici odak haline geldi. 80’ler ve 90’lar boyunca ağır bedeller ve kayıplarla (otuz bin insanın ölmesi, köy yakmalar ve boşaltmalar, işkenceler, binlerce siyasi mahkûm) elde edilen haklar 99 yılında Kürdistan’da belediye seçimlerinin Kürt siyasi hareketinin temsilcisi olan partilerce kazanılmasıyla yeni bir evreye girdi. Artık Kürt halkının bireysel hak taleplerinin ötesinde kolektif hak taleplerinin siyasal temsiliyeti söz konusu olmuştu.
90’larda yükselişe geçen kimlik siyasetine dayalı analizler ve özellikle 28 Şubat sürecinden sonra öne çıkan ve militarizm eleştirisi üzerinden şekillenen Cumhuriyet tarihi anlatıları, 2000’lerde AKP iktidarıyla birlikte hegemonyasını ilan ederken, “Kürt sorunu” sınıflardan ve sermayeden bağımsız bir devlet bürokrasisinin, milliyetçi-militarist yönelimine indirgendi. Milliyetçiliği kültürel alana hapsederken Türk milliyetçiliğinin panzehiri olarak Müslüman demokratlığın hegemonya alanının genişlemesi, liberal bir tercih olarak öne çıktı. Bu dönemde sol ve sağ liberalizm tarafından, Poulantsaz’ın devletin göreli özerkliği analizinin gözü çıkarılarak yapılan Kemalist-militarist-milliyetçi- bürokratik devlet analizleri, mücadeleyi sömürgecilik bağlamından ve Türk burjuvazisinin çıkarlarından kopararak, kolektif hakları dil-kültür ve kimlik olarak tanınmaya indirgemeye çalışıyordu. Milliyetçiliğin kültürel mücadele ile militarizmin ise AKP nezdinde Müslüman demokrat bir çizgiyle, AB hedefli bir çerçeve ile geriletileceği varsayılıyordu. Oysa İslamcılığın toplum içindeki örgütlülüğü ve siyasal alanı hızla genişlerken Kürt halkının ve Kürt özgürlük hareketinin payına savaş, gözaltı, yasaklar, parti kapatmalar ve mahpushaneler düşmeye devam ediyordu.
Feminist hareket Kürt kadın hareketi ilişkisi
2000’li yıllarda feminist hareket/kadın hareketi savaş bağlamında, esas olarak hak ihlalleri karşısında Kürt kadın hareketi ile dayanışma gösterirken, 8 Martlar, 25 Kasımlar ve 1 Eylüller Kürt kadın hareketi ile Türkiye kadın hareketlerinin barış siyasetini birlikte öne çıkardığı günler oluyordu.[1] 2000’lerin başında feministlerin ve kadın gazetecilerin katılımıyla Diyarbakır ve Batman’da gerçekleştirilen kadın buluşmaları, Kürt hareketinden kadınların değil, bir siyasal özne olarak Kürt kadın hareketinin söz konusu olduğu yaklaşımını yaygınlaştırmıştı. 2009 yılında gerçekleştirilen KCK operasyonlarında seçilmiş belediye başkanlarının, hareketin avukatlarının, gazetecilerin ve parti yöneticilerinin yanı sıra doğrudan Kürt kadın hareketinin kadrolarının tutuklanması, devletin de yaklaşımını göstermişti. 2009 yılında Kürt kadın hareketinin o zamanki çatı örgütlenmesi olan DÖKH kadrolarına yönelik tutuklama saldırısı karşısında kurulan DÖKH ile Dayanışma Platformu, birkaç ay sonra ülkedeki barış tartışmalarının başladığı süreçte Barış İçin Kadın Girişimi’ne (BİKG) evrildi.
BİKG aktif faaliyet sürdürdüğü 2009-2017 arasında örgütlediği çok önemli eylem ve kampanyaların yanı sıra, kadın mücadelesi – barış mücadelesi ilişkisi üzerine çok sayıda atölye, panel, toplantı örgütlerken, bir dizi rapor ve araştırma da yayımladı. BM’nin, kadınların çatışmaları önlemesi ve barış süreçlerinde yer almasını öngören 1325[2] sayılı kararı gündeme alınarak yapılan çalışmalar, farklı kesimlerden kadınların barış süreçlerine katılmasını sağlayacak meşruiyetin temelini inşa etti. BİKG, barış sözünün politik kadınlar nezdinde yaygın biçimde toplumsallaşmasına ve kadın kurtuluş mücadelesi ile barış mücadelesinin kesişimine dair önemli bir tarihsel deneyim ve birikim ortaya çıkardı. Bu anlamıyla kuşkusuz bundan sonra her feminist/kadın barış siyaseti BİKG deneyimi dikkate alınarak örgütlenecek.
Ancak BİKG’in barış ve Kürt sorununda çözüm yaklaşımları da dönemin Kürt sorununu militarizm-milliyetçilik bağlamına sıkıştıran analizlerle yer yer maluldü. Türk milliyetçiliğinin fazlasıyla kültürel bir boyuta indirgenmesi ve milliyetçiliğin aşılmasında bireysel yüzleşmelerin toplumsal yüzleşmenin önünü açacağı yaklaşımı, milliyetçiliğin kökeninin ağırlıklı olarak militarist-bürokratik devlet paradigmasında aranması ve sermaye ilişkilerinden tümüyle kopuk ele alınması, Kürt halkının kolektif haklar için mücadelesini değil Kürtlere yönelik ayrımcılığı eksene oturtmuş görünüyordu. 1325 sayılı karar, savaşın tüm taraflarının uluslararası tanınmış statüleri söz konusu olduğunda daha anlamlı olurken, Türkiye koşullarında barış mücadelesi bir demokratikleşme mücadelesi içinde hayat buluyordu. Bu anlamıyla örneğin Türkiye feminist hareketi objektif olarak demokratikleşme mücadelesinin öznesi olan Kürt halkı ile taraf olmalıyken, 1325’in öngördüğü üzere devletin tarafında masaya oturma mücadelesi vermesi düşünülemezdi.
Kürt kadın hareketinin İmralı görüşmelerinde yer almasıyla kurulan Kadın Özgürlük Meclisi (KÖM), tam da kadın kurtuluş mücadelesinin kimi taleplerinin demokratikleşme bağlamında, çözüm-barış görüşmelerinde masaya gelmesi için, Kürt kadın hareketi ve feminist hareketin yan yana geldiği bir başka zemin olmuştu. Çözüm sürecinin o dönem evrildiği nokta itibarıyla KÖM, BİKG’in barış sözünün kadınlar arasında yaygınlaştırılması çalışmalarının yanı sıra, kadın kurtuluş mücadelesinin önünü açacak talepleri, barış ve demokratikleşme gündeminin parçası kılmaya karar veren Kürt kadın hareketinin, feminist hareket ile birlikte politika belirleme yönelimini gösteriyordu.
2015 sonrası ve topyekûn çöktürme planı…
2010’ların başında “Arap Baharı” diye adlandırılan halk isyanlarının İhvan tarafından çalınması, ABD destekli İslamcılar özellikle Baas rejimlerini tasfiye ederken, Suriye’de de cihatçı selefi İslamcıların desteğiyle iç savaş başlatılıyordu. Bu süreçte yeni bir çözüm sürecini başlatan AKP iktidarı, KÖH’ün ezilenlerden ve halkların inançların eşitliği ve özgürlüğünden yana bir demokratik ulus paradigmasından vazgeçmemesi, Rojava’daki özerk yönetimin Suriye’deki iç savaşa cihatçılar yanında dâhil olmaması [ve tabii ki başkanlık rejimini kabul etmemesi] nedeniyle barış masasını devirmeye karar vermişti. Kürt hareketi de Kobane’de aslında IŞİD’in şahsında AKP’nin yayılmacı hedeflerinin önünde set olmuştu. Kobane düşmeyince yapılan “Çöktürme Planı”nın sadece Kürt halkına ve KÖH’e değil kadınlara, işçi sınıfına, LGBTİ+’lara, Alevilere vd. yönelik olduğu 7 Haziran seçimlerinden bugüne açıkça ortaya çıktı.
15 Temmuz’da liberallerin yıllardır, AKP ile birlikte militarizmi tasfiye ettiği için desteklediği Cemaatçiler darbe teşebbüsünde bulununca, AKP devlet içindeki Ergenekoncu-milliyetçi [aslında faşist] kadrolarla ve siyasi temsilci olarak da MHP ile ittifak yaparak, devleti kalıcı olarak dönüştürmeye girişti. Yeni dönemin özelliği, 80’lerde hatta kirli savaşın en ağır yaşandığı 90’larda bile kullanılabilen “savaşa hayır”, “işgale hayır” gibi başlıkların, kullanılmasının bile yasaklanması oldu. Türklerin egemenliğinin sürdüğü bir barış anlayışıyla Kürtlerin varlığını tanımayı kabul eden tabir yerindeyse ‘soft milliyetçiler’ ise, kolektif haklar mücadelesinden geri adım atmayan Kürt halkı karşısında, özellikle hendekler sürecinde, eski savaş destekçisi konumlarına geri döndüler. Ordunun cihatçı çetelerle işbirliği yaparak Afrin’e Serakaniye’ye girmesi, buralarda kadınlara zorla örtünmenin dayatılması milliyetçi- Kemalist muhalefet partisi CHP’nin de ve büyük oranda CHP tabanının da tepkisini çekmedi. Eskiden her Türk’ün asker doğması beklenirken artık her Sünni Müslüman’ın da cihatçı doğması gerektiği bir döneme girdik.
Devletin yeni ideolojik ve bürokratik harcının İslamcı-milliyetçi ittifakıyla şekillenmesi, somut bir barış mücadelesinin ekseninin ne olması gerektiğini de belirsizleştirdi. Kürt halkı ile devlet arasındaki mücadele artık Türkiye sınırlarını aştı ve Başur ile Rojva’yı da içine alan bir bölgesel savaşa dönüştü. 90’larda egemen olan sermaye fraksiyonunu temsilen TÜSİAD, zaman zaman Kürt sorununda kimi küçük adımlar içeren öneriler yaparken, bugün siyaseten de egemen olan İslamcı sermaye, Türkiye’nin cihatçılarla işbirliği içinde Suriye’de Kürtlere ve Esad’a karşı savaşmasını, hem siyasi hem de ekonomik çıkarları açısından destekliyor. TÜSİAD 90’larda sadece yeni pazarlar için değil yeni yatırımlar için de Kürt illerine gözünü dikmiş kendine yetecek kadar demokratikleşme talep ederken, şaşırtıcı olmayan biçimde ateşkes ve çözüm süreci başlangıçlarında bölgesel asgari ücret adı altında “sömürge asgari ücretini” gündeme getiriyordu. Esas gövdesini inşaat ve madencilik sektörünün oluşturduğu İslamcı burjuvazi ise, sermayenin uluslararası işbölümünden kendine pay olarak ancak Rojava’da beton kentler yapmayı, zeytinleri ve hatta zeytin ağaçlarını çalmayı çıkarabiliyor. Türkiye sınırları içinde ise gittikçe artan ırkçılıkla Suriyeli ve Afgan göçmenleri güvencesiz ve gitgide daha ucuz işgücü olarak istihdam edebiliyor.
Tüm bu koşullar altında artık 90’ların sonunda başlayıp 2015’e kadar hegemonyasını sürdüren milliyetçi-militarist-bürokratik devlet aygıtını çözmek paradigması temelinde bir barış politikasıyla, Kürt halkının kolektif hak mücadelesini buluşturmak imkânsız. Militarizmin sadece milliyetçiliğin değil bizzat sermaye ilişkilerinin vücut bulduğu devletin bir yönelimi olduğu, devletleşen İslam’ın faşist kurumlaşmasının milliyetçi-faşist kurumlaşmayla sorunsuzca bütünleştiğini gördük. Ve artık Kürt halkının Kürt siyasi mücadelesinde saf tutan kesimlerinin 80’ler ve 90’lardan farklı olarak yoksul köylülük ve güvencesiz kent yoksullarıyla sınırlı olmadığını da gördük. 2000’lerde OHAL’in kalkması ve baskının görece hafiflemesiyle, Türk burjuvazisinin Kürt küçük burjuvazisi ile kurduğu ticari ve taşeron üretime dayalı ilişkiler hem bölgede hem de İstanbul gibi yoğun göç alan metropollerde, Kürt halkı içinde farklı burjuva katmanların ortaya çıkmasını mümkün hale getirdi. Cengiz Çiçek bu durumu ve sonuçlarını şöyle açıklıyor: “Sınıfsal farklılaşma süreciyle birlikte, sisteme siyasal mesafesini koruyup da sisteme karşı yürütülen yakıcı mücadele bağlamında daha yumuşak dokulara sahip bir Kürt kitlesi de var karşımızda. Dolayısıyla, Kürt halk sınıflarının ulusal bilinç inşasında yakın görünen mesafe, pratik mücadele cüretkârlığı bağlamında açılabiliyor.”[3] Bu anlamıyla KÖH’ün kolektif haklar çerçevesiyle, Kürt halkı içindeki sermaye ilişkilerine eklemlenmiş kesimlerin özgürlük mücadelesinin öncelikleri ve yöntemleri üzerine belirlediği çerçeve, tam olarak uyuşmayabiliyor. Yani gerek Türkiye toplumsal muhalefeti açısından gerekse Kürt siyasi özneleri açısından, barış politikasının merkezinin ne olacağına ilişkin bir belirsizlik söz konusu.[4] Barış siyasetinin sadece kimliği değil sınıfı [ve tabii ki cinsiyeti] olduğu artık çok daha somut. Bugün AKP faşizmine karşı verilen mücadelede ortaklaşan yollar yarın Kürt halkının kolektif hak taleplerinin güçlü bir biçimde gündeme gelmesiyle ayrışabilir görünüyor. HDP’li arkadaşlarımızın yargılandığı Kobane direnişi davasının, doğrudan Gezi direnişinin Kürt halkındaki izdüşümü olarak ele alınmaması da bunun göstergesi. Yani bugün barış istemeyi Kobane’den ayırmak mümkün değil. Ama 100 yıllık bir inkâr, imha ve asimilasyon siyasetinin ve 29 tane Kürt isyanının sonuçlarını da, tek başına AKP’den kurtulmayla aşabilmek mümkün görünmüyor. Mücadeleyi AKP’den kurtulmaya endekslediğimizde çarptığımız duvar 14-28 Mayıs seçimleri oldu. Yeniden barış, Kürt sorununda demokratik çözüm ve tüm ezilenler için daha fazla demokrasi diyeceksek, en başa çöktürme planının başladığı yere, Kobane direnişine dönmeli ve HDP’li arkadaşlarımızın yargılandığı davanın, barış için düşünmeye başlamanın merkezi olduğunu kabul etmemiz gerekli.
Sonuç ve feminist hareket…
Kürt halkının seçme ve seçilme hakkı kayyumlarla gasp edildiğinde, eşbaşkan kadınlar 25 Kasım, 8 Mart açıklamalarından yargılandıklarında, bütün Kürt kadın örgütleri kapatılıp, yerel yönetimlere bağlı kadın danışma merkezleri, kadın atölyeleri, Kuran kurslarına, KADEM’e vd. devredildi ve eşbaşkanlık sistemi yargılama konusu haline getirildi. Kürt kadınlarının bir bütün olarak kendilerini yönetme ve erkek egemenliğiyle mücadele hakkı gasp edilip yargılama konusu yapılırken, aslında bu topraklarda yaşayan tüm kadınların mücadelesine gelecek saldırıların, kadınların kolektif siyasal mücadelesinin simgesi olan 8 Martlara ve 25 Kasımlara yönelmesi kaçınılmazdı. 8 Martlardaki ve 25 Kasımlardaki açıklamaları ile yargılanan arkadaşlarımızın çoğunun HDP Kobane davasında yargılanması da şaşırtıcı değil. AKP rejimi merkezine Kürt halkının direnişini çöktürme hedefini koyduğu 2015 sonrası yöneliminde, aslında kadınların kurtuluş mücadelesi dâhil tüm özgürlük mücadelelerini teslim almak üzere harekete geçti; ki bunu en net yine 2015’ten beri yasaklanan LGBTİ+ Onur Yürüyüşlerinde ve harekete yönelik saldırılarda görüyoruz. Nafaka hakkı gasp edilirken ya da karma eğitime son verilirken Kobane davasında arkadaşlarımıza ceza yağacağını, TJA’ya yönelik yeni baskıların gündeme geleceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. Hizbullah’ın düne kadar Kürt halkına ve Kürt kadınlarına yönelik saldırganlığının hesabı devletçe asla sorulmamışken, Kılıçdaroğlu’nun Hüda-Par için “siyasi meşruiyetlerini tanıyoruz” açıklaması yeni rejimde Hizbullah’ın artık Türkiye’de de paramiliter güç olarak devletin hizmetinde olduğunu gösteriyor. Belki bu yüzden bundan sonraki barış mücadelesinin eksenine, Kürt kadınlarıyla dayanışma, ‘kadınların barışması’ ve savaşın tüm kadınlara şiddet yoksulluk olarak dönmesi gerçekliğini koymanın ötesine geçerek, bizzat Kürt halkının ve Kürt kadınların kolektif hak taleplerinin, feminist mücadelenin talepleriyle birlikte sahiplenildiği bir çerçevenin, feminist bir barış mücadelesinin merkezine konması gerektiği üzerine düşünmeliyiz.
[1] Kürt kadın hareketi ile Türkiye feminist hareketi arasındaki ilişkilerin detaylı analizi için bakınız: Kürt Siyasetinin Mor Rengi, Gültan Kışanak, Dipnot Yay. sf. 52-57
[2] http://www.peacewomen.org/assets/file/TranslationInitiative/1325/1325turkish.pdf
[3] https://birartibir.org/ucuncu-yol-mucadelesinin-abecesi/
[4] Lenin’den öğrendiğimiz şekliyle ulusların kaderlerini bağımsızlık dâhil tayin hakkı tartışılamaz. Ancak kısmi bir soyutlama yapacak olursak, Lenin’in bağımsızlık hakkının- bağımsızlığın, neoliberalizmle birlikte sermayenin üretim zincirlerinin bu kadar karmaşıklaştığı, çok uluslu hale geldiği bir dünyada, emperyalizme darbe vuracağı bir hayli şüpheli. Katalanların da Güney Kürdistan’ın da bağımsızlık hakkı tartışılamaz ancak burjuvazilerinin bağımsızlık talebinin sınıflar mücadelesi açısından da kazanım getireceği tartışmalı. Ki KÖH’ün devletsiz demokratik ulus paradigmasını da bu bağlamla birlikte de düşünmek anlamlı olabilir.