Hukukçu Hülya Gülbahar'a soruldu. Halkın kaderine terk edildiği depremlerin ardından seçim kapıda. EŞİK'ten Hülya Gülbahar iktidarın yıkım yaratan politikalarını, kadın düşmanı erkek ittifakını ve kadınların taleplerini anlattı
Türkiye AKP iktidarı tarafından 20 yıldır halkları kutuplaştıran, birbirine düşmanlaştırarak kırdıran, baskıcı, ırkçı ve cinsiyetçi bir yönetime mahkum edildi. Bu mahkumiyet hem koronavirüs pandemisinde hem de 6 Şubat'taki depremlerde de olanca ağırlığıyla ortaya serildi. Depremler sırasında dahi savaş politikalarından vazgeçilmediğini gördük, yaşadık. Her gün en az 3 kadının katledildiğine, cemaat içinde 6 yaşındaki çocuğun evlendirilerek yıllarca istismar edildiğine, kadınların aile içine hapsedilmeye çalışıldığına, canla-başla tecavüzcülere af getirme girişimlerine, kadınların, halkın, öğrencilerin iradelerine kayyum atandığına, Kürtlere ve mültecilere yönelik linç girişimlerine, ağır yoksulluğa ve daha pek çok korkunç uygulamaya, katliama tanık olduk…
Seçim önemli bir dönemeç
Önümüzde önemli bir seçim var. Bu seçim başta kadınlar olmak üzere halklar için belirleyici bir seçim olacak mı? Türkiye çocuklar, kadınlar, LGBTİ+lar ve halklar için daha güvenli daha yaşanabilir bir ülke olacak mı? En önemlisi de kadınların talepleri neler?
Bu soruları ve daha fazlasını Eşitlik İçin Kadın Platformu'ndan (EŞİK) avukat Hülya Gülbahar'a sorduk. Gülbahar, hem iktidarın kadın düşmanı politikalarının fotoğrafını çekti hem de başta kadın ve çocuklar için tüm toplumun tarihi bir seçimle karşı karşıya olduğunu çarpıcı örneklerle anlattı.
* Türkiye depremlerle birlikte başka bir döneme evrildi. Depremlerden önce 20 yıllık AKP iktidarının Türkiye'si nasıl bir noktadaydı?
Depremden önce 20 yıllık AKP iktidarının Türkiye'yi getirdiği nokta ekonomik kriz, yoksullaşma, işsizlik bütün toplumsal kesimleri, öğrencisinden emekçisine kadar derinden etkilerken, tabii ki kadın yoksulluğunu da 3'e 5'e katlamış oldu. Kadına yönelik şiddetle ekonomik bağımlılık arasında çok önemli bir bağ var, bağımlılık arttıkça şiddet de artıyor. Aynı şekilde hukuki süreçlerde, demokrasinin işleyişinde, insanların temel haklarını kullanıp herhangi bir konuda itiraz ettiklerinde yükselen baskı da arttı. Bu bize iktidarın baskıyı arttırarak iktidarını sürdürebilme durumunu seçtiğini gösteriyor. Deprem öncesinde siyasi ittifaklarını kendisinden daha aşırı siyasal İslamı temsil eden çevrelere doğru genişletme arayışları içerisindeydi. Bunu depremden önce yapılmak istenen anayasa değişikliği teklifinde de görmüştük, başörtüsüne güvence adı altında. Anayasa değişikliği teklifi aslında başörtülü kadınlara anayasal güvence getiren bir teklif değildi. Başörtülü-başörtüsüz kadınların eğitimden çalışma hayatına kadar tüm temel haklarını yok edebilecek, kıyafeti de aşan bir düzenlemeydi. Aynı şekilde aile ile ilgili 41. Madde de yapılan değişiklikle ailedeki eşitlik ilkesini de tehlikeye atan, erkek aile reisliğini geri getirmeyi ve Medeni Kanun’un ruhunu çalmayı hedefleyen bir girişimle, erkek çok eşliliğinin önünü açma riski vardı. İkincisi de LGBTİ+ düşmanlığının önünü açarak bir nefret suçu haline getirilmesi amaçlanmıştı. Bu iki değişiklik önerisi de toplumun İslamizasyon’unda yeni bir evreye geçileceğinin işaretiydi, çok tehlikeli bir sayfanın açılacağının habercisiydi. Deprem öncesi başlayan İslamizasyon, deprem sonrasında da hararetli bir şekilde sürdürülmeye devam etti.
* Deprem sonrası süreçten de bahseder misiniz?
Hizbullah uzantısı olan Hüda Par gibi, Yeniden Refah Partisi gibi siyasal İslam'ın başta kadınlar olmak üzere en uç taleplerini temsil eden iki parti ile girilen ittifak girişimleri bu sürecin göstergesi. Yeniden Refah Partisi'nin Cumhur İttifakı’na katılmak için öne sürdüğü 30 talepten 5'i doğrudan doğruya, kalanı ise dolaylı olarak kadınların haklarının gasp edilmesiyle ilgili. İstanbul Sözleşmesi'nin yürürlük kanunu olan 6251 sayılı kanunun kaldırılması, kadına yönelik şiddete karşı yasal düzenleme olan 6284 sayılı yasanın da etkisizleştirilmesi, işlevsizleştirilmesi talep edildi. Kritik önem taşıyan taleplerden birisi de zinanın tekrar suç haline getirilmesiydi. Zinada erkekler değil genellikle kadınlar cezalandırılır. İslam dininde zinanın tekrar suç olması demek; kadınların perdeyi aralayıp pencereden bakmaları bile suçtur. Dolayısıyla zinayı sadece cinsel ilişkiyle sınırlamayalım. Göz zinası, kadınların tokalaşmasını engelleyen el zinası gibi kavramlarla, kadınların herhangi bir sokakta, herhangi bir erkekle göz göze gelmesinin bile yasaklandığı bir anlayış toplumsal hayat cenderesi olarak tasarlanıyor zina suçu. Aynı şekilde kadınların boşanma halinde hak ettiği yoksulluk nafakasının kaldırılması ya da İslam inancındaki iddet süresi kadar, yani 3 ya da 4 ayla sınırlandırılması Yeniden Refah Partisi'nin şartları arasında. Bu anlayışı, İslamcı feminist Konca Kuriş'in İslam ile ilgili fikirleri beğenilmediği için kaçırılıp günler süren, hatta kayda alınmış işkencenin ardından domuz bağı ile öldürülmesi ile hatırlıyoruz. Burada şunu hiç unutmamak gerekiyor; gündelik yaşamın İslami kurallarla yeniden düzenlenmesi kadınlar açısından sadece başını örterek ya da sadece empoze edilen kıyafetlere bürünerek kurtulunacak bir nokta değil. En son İran'da da Mahsa Amini'nin öldürülmesinde de olduğu gibi, bu örtünmenin herhangi bir şekli de bu çevreler için yeterli olmuyor. Mahsa Amini örtünmediği için değil, ahlak polislerinin arzu ettiği şekilde örtünmediği için öldürüldü. Türkiye'de gerek deprem öncesi anayasal değişiklik girişimi, gerek deprem sonrası ittifaklar girişiminde, İslamizasyon’da ciddi ve tehlikeli bir çıtanın geçildiğini görüyoruz. Bunlar Cumhur İttifakı’nın da ana fikirleridir zaten.
* Hüda Par ve Yeniden Refah Partisi talep etmese de AKP zaten bu talepleri hayata geçirecek diyorsunuz değil mi?
Evet tabii. Bunlar sadece Refah Partisi'nin talepleri değil. Erkeklerin kadınlar ve çocuklar üzerinde mutlak hakimiyetinin, mutlak reisliğinin korunmasını ve bunu engelleyen bütün uluslararası sözleşmelere, bütün yasalara son verilmesini isteyen bir kesimle karşı karşıyayız. Çocuk istismarcılarına af isteyenlerin aynı zamanda çocukların cinsel istismar ve sömürüden kurtulmasına olanak sağlayan Avrupa Konseyi'nin Lanzarote Sözleşmesi'ne karşı olmaları bir rastlantı değil. Bu nedenle biz bu kesimlerin çocuklarla cinsel ilişki ve evlilik yaşını kız çocukları söz konusu olduğunda 9 yaşa kadar indirilmek istendiğini biliyorduk. EŞİK olarak kamuoyunu uyarıyorduk. Maalesef depremden hemen önce ortaya çıkan H.K.G. olayında gördüğümüz gibi, bu yaşın 6'ya kadar indirilmesi gerektiğini savunan bir takım erkekler, sözde babalar var. Bu nedenle AKP iktidarının devamı halinde ilk yapılacak olan, EŞİK Platformu olarak bugüne kadar erteletmeyi başardığımız bütün maddelerin yağmur gibi üzerimize yağacağı bir dönem bekliyor bizi ve her yapılan değişiklik de İslamizasyon’u topluma geri dönüşsüz bir şekilde yerleştirme amaçlı olarak yapılacak.
* AKP bu adımlarıyla Taliban mı olmak istiyor?
Her gün biraz daha hızlı bir şekilde İslamofaşizm denilen noktaya doğru sürükleniyor. Biz EŞİK olarak Afganistan'daki iktidar ABD ve NATO tarafından Taliban'a devredildiğinde, çok ciddi bir kampanya yapmaya çalışmıştık. 'Taliban'ı tanımıyoruz, tanıyanı da tanımıyoruz ve bütün dünya devletlerini tanımamaya davet ediyoruz' demiştik. Taliban'ı uluslararası küresel güçlerin küresel oyunlarından biri olarak görüyoruz. Milyonlarca kız çocuğu ve kadının hayatı çalınmış durumda Afganistan'da. Erdoğan iktidarı da Taliban için 'Bizim fikirlerimiz zaten aynı' diyerek uluslararası planda da çalışmak için girişimde bulunmuştu. Aynı zamanda Afganistan'a heyetler gitmişti. Bunlar meşrulaştırma operasyonlarıdır. Bütün dünyanın bu diktatör rejimlere karşı çok net tavır alması, kirli pazarlıkların dünya halklarına, başta kadın ve çocuklar olmak üzere savaş olarak, zulüm olarak, şiddet olarak dönmesine karşı çıkması gerekiyor. Türkiye'de İslamizasyon noktasında Taliban uygulamalarına eşit uygulamalara yönelik propagandalar yükseltiliyor ve hayata geçirilmesine yönelik bir adım kaldı.
* Taliban demişken, özellikle depremlerden sonra daha da görünürleşen tarikatlar, kadın ve çocuklarlarla ilgili gözümüze sokularak işlenen suçlar var…
Depremlerde çok sayıda kayıp kadın ve kayıp çocuklar olgusuyla karşı karşıya kaldık. Kamuoyuna kayıp çocukların belli tarikatlara teslim edildiği yönünde duyumlar, haberler düştü. Hatta tanıklıklar ortaya çıktığında çeşitli suç duyurularında bulunulmuştu ama bütün bu suç duyuruları reddedildi. Bizzat kendileri açıklama yaptığı için isimlerini anarak söylüyorum, Menzil tarikatı sadece bir köylerinde bin 100 depremzede çocuğun bulunduğunu ilan etti. Bu çocuklara tekbir işaretleri yaptırılarak ve dini kıyafetlere büründürülerek kamuoyuna fotoğraf verilmesi ile karşı karşıya kaldık. Diyanet İşleri Başkanı evlat edindirme ile ilgili tabii ki erkeklere seslenen fetvasında birincisi; Medeni Kanun'daki biyolojik çocuklarla evlatlık çocukların eşit haklara sahip olmasını öngören düzenlemeyi yok saydı. İkincisi; erkeklerin bu çocuklarla evlenebileceğini açıkça söyledi. Dolayısıyla Türkiye'ye de zaten uzun bir süredir yaratılmak istenen Diyanet İşleri Başkanlığı liderliğindeki paralel devlet yapısı ve yine Diyanet eliyle fiilen uygulanmaya çalışılan paralel bir hukuk yaratılması sürecine bir adım atılmış oldu. 6 yaşında evlendirilen H.K.G. olayında da görüyoruz ki, çocukla cinsel ilişki yaşı, çocukla evlilik yaşı bu kesimlerin yaşam pratiğinde 6'ya kadar inmiş durumda. Bu şeriat hukukunun toplumun bir kesiminde uygulanmakta olduğunun da bir kanıtı.
* Türkiye'de AKP iktidarıyla bütün sosyal kurumların çökertildiğini, insanların kaderine terk edildiğini gördük. Bu yaşananlar siyasal İslam’ın çöküşü mü yoksa bunlar siyasal İslam sistemi için doğal süreçler mi?
Siyasal İslami kadroların yerleştiği bütün kurumlar, Merkez Bankası da dahil, kurumların kendi amaçları için değil siyasal İslam'ın politikalarına dönüşmesi anlamını taşıyor. Tabii ki devletin hiçbir kurumu da 20 yılda bu işgalden kaçamadı. Dolayısıyla Türkiye İstatistik Kurumu gibi bütün kurumlar, iktidarın siyasal İslamcı amaçlarına göre dizayn edildi. Siyasal İslam'ın doğayı tahrip eden, insanı umursamayan, kardan başka bir amacı toplumun önüne koymayan ekonomi politikalarının olduğunu, adil düzen gibi progopandif amaçlı kullanılan hiçbir vaadin gerçek olmadığını, çıplak neoliberal kapitalizmin yüzünü bütün dünya gördü. Müslüman çoğunluklu ülkelerde demokrasinin son kırıntılarını da ortadan kaldırıp tanrılaştırılmış, peygamberleştirilmiş tek kişinin sözünü Kur'an ayeti gibi mutlak kabul edip, en küçük bir ifade özgürlüğüne, demokratik mekanizmaya ve haklara izin vermeyen yönetimlerin oluşturulduğunu gördük. Toplumları oyalamak için geriye bir tek şey kaldı, o da kölelerin kölesi haline getirilen kadın ve çocuklar üzerinden kuracakları hakimiyet. Bu; kadınların ev içi ve kamusal alandaki bütün emeklerine el konularak, erken yaşta ve çok sayıda çocuk ürettirerek kullanıldığı bir sürece işaret ediyor. IŞİD'in egemen olduğu yerlerde kadın ve çocukları ganimet gören, her türlü köleleştirici işlem yapıldı. Afganistan'da da keza Taliban gibi. 'Koltuk, para, kadın' üçlüsü üzerine kurulu bir din ticareti ile karşı karşıya olduğumuzu görmüş olduk.
* Önümüzde önemli bir seçim var, nasıl değerlendiriyorsunuz bu süreci?
Gidişi hızlanan bütün iktidarlar gibi bu iktidarın da her gün daha da sertleşen politikalar uyguladığını görüyoruz. Bu seçim Türkiye'nin tarihi seçimi olacak. Bilim, demokrasi, temel haklar yönünden insanların eşit haklarla özgürce yaşayacağı bir ülke mi yaratacağız, yoksa iç çatışmalar, ilkellik, doğal ve sosyal afette yüzbinlerini kaybeden bir ucuz insanlar ülkesi mi olacağız? Bu seçimi bu toplumun bütün halkaları, bütün bireyleri yapmak durumunda. Ve seçim için geç kalmamak, şimdiden çalışmak gerekiyor. Çok az vaktimiz var, açık ara kazanılan bir seçim yaratmak için. Çünkü yolsuzluklar bu seçimde de bitmeyecek, şimdiden uygulanan politikalar bize bunu açıkça gösteriyor.
* Depremlerin seçimi etkileyecek düzeyde bir yansıması olacak mı sizce?
6 Şubat depremlerine ve hemen arkasından gelen sel krizi, insanlarda 'devlet tarafından terk edildik' hissini yarattı. Birçok insanda devletin varlığı ve gerekliliği konusunda soru işaretleri yarattı. Sadece depremi yaşayan kentler değil, Türkiye'nin tamamında bir şok durumu oldu. Yakın Ertürk, 'devletin çekildiği, yok olduğu, görülmediği bir ortamda toplumun devletleştiğine, sosyal devlet işlevlerini devralması' olgusuna işaret etmişti. Bunu hep beraber gözlemledik. Yaralıları kurtarma faaliyetlerini yapmaya başlayan, yaralıları iyileştirmeye, açıkları kapatmaya çalışanlar, çadır ve konteyner bulmaya, ilaç bulmaya çalışan hep siviller oldu. Bu arada devlet bürokrasisinin yağmayı engellemek için gönderdiği emniyet müdürünün kadınların takıları dahil olmak üzere, nasıl bir yağmacıya dönüştüğünü bu toplum çok net olarak gördü. Çok hızlı ve politik olarak yeni bir dünya, yeni bir Türkiye yaratmak gerektiğini hisseden elbette ki çok sayıda insan var. Çok önemli değişimler olabilir, biraz izleyerek göreceğiz. Tek bir merkezden ve o merkezin tepesindeki tek kişiden emir bekleyen bir hayat mı, yoksa halkın kendi örgütlü gücü olan yerel örgütlenmeler ve tek tek bireylerin hızlı ve koordineli bir şekilde konuşlanacağı bir yeni yönetim modeli mi? Bu soru çok ciddi bir şekilde toplumun gündemine yerleşti. Neden depremde enkaz altında insanlar sağken günlerce seyredilerek ölüme terk edildiler sorusu, kibirli ve kasıtlı yok sayma politikası, insanların düşünce dünyasında kuşkusuz ilk şok atlatıldığında çok daha geniş yankı bulacak. Mesela İtalya'dan gelen markalı kıyafetlerin deprem bölgesine yönlendirilmek yerine AFAD bünyesinde saklanıp iç piyasaya sürülüp kazanç elde edilmesi, çadırların verilmemesini, ganimetçi ve çapulcu bir politikanın iktidar tarafından yürürlüğe sokulduğunu gördük. Yediden yetmişe insanların da bu politikadan etkilendiğini gördük…
* AKP iktidarı 20 yılda toplumda kendi politikaları doğrultusunda bir kesim de yarattı. Bu kesimin eğilimleri tüm toplumu etkileyebilir mi?
Şahsen şunu düşünüyorum; sadece tarım arazileri ve dere yatakları üzerine katlarca binanın yapılması, insanların kendi mezarlarında yaşamaya mahkum edilmesi politikalarını değil, insanın insan olarak yıkımı sürecini de yaşıyoruz. İnsanî değerlerin toplumun daha geniş kesimi tarafından terk edildiği bir süreç yaşıyoruz. Türkiye'de doğanın yıkımı kadar önemli bir insanî değer yıkımı var, bu iktidar üretti bu yıkımı. Bu insanlara öğretti, etrafına kenetledi, verdiği küçük rüşvetler ve avantalarla küçük soygunlar yapılabileceğini, bu insanlara anlatarak yozlaştırdı. Takke takıp tespih çektiği anda, kız ve oğlan çocuğu demeden, korumasız gördüğü bütün çocuklara saldırabileceğini düşünen erkekler topluluğu yarattı. Buna ses çıkarmayan, çok cılız ses çıkaran kadınlar topluluğu yarattı. Bir toplum içinde istisnai, önemsiz rakamlarda böyle kriminal tipler, insani değerlerden uzak yaşayan insanlar olabilir ama bu kesim '10 kişiden biri' gibi bir sayıya ulaştığında, o toplum için tehlike çanları çalıyor demektir.
* Kadın örgütleri, tıpkı pandemide olduğu gibi depremlerde de dayanışmanın önemini topluma gösterdi. Seçimlerde kadınların kapsayıcı talepleri nasıl bir başlıkta toplanabilir?
Kadınlar Türkiye'de Covid dönemindeki o yalnız bırakılmanın ve üzerine yıkılan iş yükünün altından kalkmayı başardı. Depremde de çadırlarda çocuklara, yaşlılara, erkeklere bakmak, kısıtlı koşullarda sağlıklarını yitirmesinler diye susuz ortamda banyo yaptırma ihtiyacına kadar ailenin tüm iş yükünü giderme işi yine tek başına kadınların omuzlarına bırakıldı. Bu aile içi işler, hizmetler konusunda ortak ve etkili bir politika geliştirilemedi. En azından 'işleri paylaşalım' politikası oluşturulabilirdi ama bu çağrı yapılmadı. Kadınlar kendi acılarını, kendi şoklarını yaşayamadan, şoktan çıkamadan bütün bu işlerle uğraşmak zorunda kaldılar. Bu korkunç bir şey. Benim konuştuğum bir kadın, küçük bir çadırda 3 tane çocukla ayağı yaralı bir şekilde yatıyordu ve kadın ayağına basmasınlar diye uyuyamıyordu. Onuncu gündü, hala üzerindeki kanlı elbiseyle yaşıyordu ve çocuklara da bakmak ve gözetmek zorundaydı. O yüzden Eşitlik İçin Kadın Platformu'nda, ki zaten bu konuda çalışmaya başlamıştık, Mor ve Yeşil Ekonomi başlığıyla bir perspektif oluşturmuştuk. Ekonomik dengeye saygılı, doğaya sonsuza dek kendini koruma hakkı tanıyan ve doğaya yönelik yapılacak saldırılara karşı çıkan, ekonomiyi, eğitimi, temel toplumsal alanları bu ekonomi-ekolojik perspektifle yeniden düzenleyen radikal bir değişikliğe ihtiyaç var.
* Mor/Yeşil Ekonomi perspektifini biraz daha açar mısınız?
Tüm dünyada ve Türkiye'de özellikle de depremlerde beton yapıların nasıl un ufak olduğunu gördükten sonra, yeniden beton yapılardan ibaret bir yapılaşma politikasının uygulanmasına hep birlikte itiraz etmeliyiz. Aynı şekilde aile içi bakım emeğinin bütün toplum, erkekler ve işverenler tarafından ciddi şekilde tekrar sorgulanması ve işlenmesi gerekiyor. Toplumsal cinsiyet eşitlikçi bir ekonomi ve doğa yıkımına karşı çıkan perspektifin ifadesi; Mor/Yeşil Ekonomi.
* Hala kadınların siyasette yer almalarının önünde çok fazla engel var, eşit temsiliyet hala çok yetersiz. Buna karşı neler yapılabilir?
EŞİK olarak bir deprem raporu yayınladık, önemli bir rapordu. Raporda doğal afetlerde ya da ekolojik krizin yarattığı yıkımlardan kadınların nasıl ve neden daha çok etkilendiğine ilişkin ciddi veriler yer aldı. Deprem sırasında gördük; kadınların bir bölümü çocuklarına sarılıp gittiler, bir bölümü ilk çocuk odasına koştu ve orada hayatlarını kaybettiler. Çocuklarına koşarak hayatını kaybeden erkekler, babalar da vardır ama kaç tane, bunu sormamız lazım? Yani toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadınların ölüm şeklini ve ölüm yerini de çok net bir şekilde belirliyor. Sadece afetlerde de değil, o nedenle her alanda ekonominin Mor/Yeşil üzerine kurulmasına dair politikaların toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi gözetilerek kurgulanması gerekiyor. Yanı sıra şimdiden hemen eşit temsiliyet ilkesini hayata geçirmeye başlamak gerekiyor. Sadece kadınlarla ilgili politikalar değil gençlerin, engellilerin, toplumdaki bütün kesimlerin hayatıyla ilgili dönüştürücü politikaların hayata geçirilmesi gerekiyor. Ve kadınların bizzat bunun içinde olmaları gerekiyor. En önemlisi bunun toplumsal eşitlik ilkesi ile hazırlanması gerekiyor. Aşağıdan yukarıya tüm bölümlerde, bütün alanlarda eşitlik bizim öncelikli talebimiz olmalı. Seçime katılacak tüm muhalefet partilerinden, Mor ve Yeşil Ekonomi'ye giderken, yeni bir yüzyılda bunu kadınlarla birlikte inşa etme konusunda artık samimi bir somut politika istememiz gerekiyor. Bize boş vaatlerde bulunan siyasetçilere artık kadın ya da erkek, oy kaptırmayalım, bir yüzyıl daha kaybetmeyelim.
* Son olarak Türkiye'de kadınların siyasette ve yönetimlerde olmasına nasıl bakılıyor sizce?
Aslında toplum kadınları istiyor. Kadir Has'ın araştırmaları çok önemli bu açıdan. 'Kadın yok' diyorlar, 'kadın aday olmuyor' diyorlar, 'kadın siyasete girmek istemiyor' diyorlar. Sen kirli bir siyaset alanı yaratırsan kadın oraya niye girsin? Sen kadınları çalıştırıp, kapı kapı dolaştırıp hiçbir mekanizmaya koymazsan, kadın niye sana gelsin? Niye HDP'ye gidiyor kadınlar da senin partine gelmiyor? Çünkü orada eşbaşkanlık ve eşit temsiliyet sistemi var. Toplumun yarıdan fazlası kadınların siyasette olması gerektiğini düşünüyor. Toplumda kadınlara güven çok arttı. 2015 yılında Adil Gür'ün yaptığı bir araştırmada; toplumun yüzde 86'sının kadın hareketine güvendiğini göstermişti. Özellikle kriz anlarında, erkeklerin egemen olduğu yönetimlerin krizi çözemediğini ve bu konuda kadınlara güvenmek gerektiğini düşünüyor toplum. Krizler arttıkça kadınların siyasette de ekonomide de daha çok yer almasını isteyen erkek sayısı katlanarak arttı. Burada sorun siyasete yön veren tepedeki profesyonel siyasetçilerin kadın düşmanı politikaları ve bakış açıları. Yoksa toplum bu talebi karşılıyor ve oy veriyor kadınlara…