Şimdi biz yoldaşlarının borcu var seni anlatmaya ama yetmiyor kelimelerimiz, harfler yazılıp yazılıp siliniyor. Bu yüzden yanakların al al olacak, utanacaksın biliyorum ama izninle sevdiğimiz bir arkadaşa yazdığın mektubu paylaşacağım burada…
9 gün toprakla buluşmayı beklerken bedenin, duygu selinde sürükleniyor kelimelerimiz… 9 gündür öfke ile sıkıyoruz yumruklarımızı, ruhumuz huzursuz, öfkemiz dağı delen cinsten. Sadece dirimizden değil ölümüzden de korkanlara, cevap veriyorsun bedeninle 9 gündür.
Ruhun dar yerlere sığmazdı, boğulacak gibi olurdun. Ama şimdi direniyorsun, çocukluğunun bozkır sarısına kızıl bir gül oluyorsun. Şimdi gülümsüyorsun, bozkırın ortasında yeşeriveren bir ayrık otu oluyorsun…
Gülümsüyorsun, seninle direnen binlerce cana. Gülümsüyorsun jin-jiyan-azadî haykıran sokaklara…
Evrenin enerjisine o kadar inandın ki bak işte açtın yolları inancınla, bir kelebeğin kanatlarına taktın gözlerini, kalabalıkların yüreğine kattın ruhunu… Hiç gitmediğin memleketlerde, hiç tanımadığın kadınlarla birlikte tohum ekiyorsun… Yeşeriyorsun, yeşertiyorsun… Çünkü toprağa kök saldıkça dallarını göğe yükselten sensin… Banyan ağacının sırrına eren sensin… Çünkü yaşamını anlama adayan sensin, ölümsüzlüğü kendi yüreğiyle dokuyan sen…
Akıl, sezgi ve duygunun harmanında karardın düşüncelerini. İnanmadığın şey düşünceye dönüşmezdi sende. Aşka inanırdın. Gözlerin pırıl pırıl, aşkın büyüsünü işlerdin kelimelere. Yaşama aşkla bağlı olanların yüreklerinden okurdun dünyayı. Şimdi o yüreklerle bütünleşiyorsun, kırklar ceminde bir olup, aşkın şarabına dem oluyorsun.
O kadar inandın ki şiire, bir şiir gibi yol alıyorsun şimdi anaocağına… Hayatın tekdüzeliğinden nefret edişini o kadar hissettirmişsin ki evrene, tekdüze bir uğurlamayı kabul etmiyor bedenin, merasimlerin sıradanlığını bozuyorsun, betona kesmiş yürekleri eritiyorsun… Acıyı öfkeye, öfkeyi direnişe, direnişi umuda, umudu zafere çevirmenin sırrını pay ediyorsun hepimize. İnanıyorsun, jin-jiyan-azadî’nin büyüsüne. Jin û jiyan’ın diyalektiğinden damıtıyorsun özgürlük iksirini.
Yürekten merhaba, diyerek dokunuyorsun her bir arkadaşına. Bedene kavuşturuyorsun ruhun güzelliğini kelimelerinle. Saklıda kalmış incelikleri işleyip herkese görünür kılıyorsun, yoldaşlık borcu biliyorsun arkadaşlarının güzelliklerini kendilerine hatırlatmayı. Şimdi biz yoldaşlarının borcu var seni anlatmaya ama yetmiyor kelimelerimiz, harfler yazılıp yazılıp siliniyor. Bu yüzden yanakların al al olacak, utanacaksın biliyorum ama izninle sevdiğimiz bir arkadaşa yazdığın mektubu paylaşacağım burada. Senin cümlelerinle açılalım ruhunun güzelliğini anlatmaya, zira benim kelimelerim yetmiyor senin ustalığınla seni anlatmaya…
“Epeydir yazmak istiyordum. Bazan bir rüya ile konuğum oldun, bazan bir şiirde bazan da bir arkadaş sohbetinde. Her seferinde içimden taşan bir yazma duygusu sonrasında beni alıkoyan bir kaygı. Ne olduğunu tam olarak bilemiyorum. Doğal bir diyalektiğin var aslında. Yoldaşça sıcaklığın, umut veren bir dünyan var. Yürüdüğümüz yolda birbirimizin pozitif yönlerini açığa çıkarmamıza, onlara odaklanmamıza neden olan. Yine yaşamın binbir yönü olduğunu ve bunların her birisinden kocaman bir dünya yaratabileceğimizi anlatan bir heyecan. Bir enerji. Jinerji dediğimiz olay bu olsa gerek. Bu konuda örnek aldığımız, deneyimlerinden, esprilerinden güç aldığımız arkadaşlardan birisin. Son derece zor sorumlulukların içinde bu ruhu koruyabilmek çok anlamlı. Sanırım kendimi sana yakın hissettiğim yön de bu. Odak ruhsal dünyamızı güçlendirmek olunca enerji büyüyor. Odak yitimi ise enerji yitimi oluyor.
Bir ara sohbet ettiğimizde “özgürlük havası” demiştin. “Bazı arkadaşların özgürlük havası var. Bir şey söylemelerine gerek yoktur. Hissedersin” diye. Bu muydu büyülü sözcükler bilemiyorum. Özgürlük havası kavramını da PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın kullandığını belirtmiştin. Hani bazı anlar vardır tam ihtiyaç duyduğun an’da kapını çalar ya. Sanırım öyle o an’da ihtiyaç duyduğum bir şeydi. Özgürlük yolunda özgürleşme sancılarımız da çok derin. Kadınlar olarak bin kat daha zorlanıyoruz. Arkamızda bizi kollayan, sırtımızı dayayabileceğimiz bir dünya yok. Tam tersine o dünya bize karşı geleneklerle örülmüş. Her anımızı, her duygumuzu işgal ediyor maalesef. Onun için sırtımızı dayadığımız dünyayı kendimiz örüyoruz. Kendimiz inşa ediyoruz. Her bir motifini binbir emekle gerçekleştiriyoruz. Taşları döşeyen arkadaşlardan biri olarak hepimizin yüzünde tatlı bir gülümseme bırakan arkadaşlardan birisin. Bunun için illa da bir arada olmak gerekmiyor. Bu tarihin nasıl yazıldığını merak eden herkesin merak ettiği arkadaşlardan birisisin. Bu bana çok büyük mutluluk ve güç veriyor. Bu duygularla kalemim adeta akıyor. Başta bahsettiğim kaygı hemen ortadan kalkıveriyor. Kaygı derdini yeterince anlatamamamın ya da anlaşılamamanın kaygısı değil. Bizde bazı duygular da farklı gelişiyor. Her bir kavramın, duygunun anlamı değişiyor. Sanırım beni bir süredir yazmaktan alıkoyan kaygı Cogito dergisinin 400 sayfalık bir sayısına vesile olan kaygı da değil. Bu dergiyi okumamışım sadece bazı başlıkları ve sadece kaygı üzerine 400 sayfalık bir dergi çıkarılması dikkatimi çekmişti. Benimkisi derinlikli yazma kaygısı… İlişkilerin diyalektiğinde tam da ihtiyaç duyduğun cümleyi kurabilir miyim kaygısı. Yoldaşlığın bir gereği olarak bunu başaramama kaygısı. Benim yaşadığım kaygı biraz bu.
Birbirini hissetmeye çok önem veriyorum. Bazan yanı başımızda olan arkadaşımız bile bizi hissetmeyebiliyor. Bireysel kaygıların, varlık sorunlarının girdabında birbirimizden uzaklaşma çok fazla. Bu bir realite. Kadınlar açısından daha fazla. Çünkü erkekler ilişkilerine bir mesafe koyabiliyor, bir sınır çizebiliyorlar. Biz bunu yapamıyoruz, bence yapmamalıyız da. Duygu dünyamızda birbirimize yaslanmanın, birbirimizi güçlendirmenin derdinde olmalıyız. Çünkü varlığımızı ancak böyle birbirimizle inşa edebiliriz. Kimi zaman hem ulus hem sınıf hem de cins olarak varlık mücadelesini çok derin verdiğimizi unutabiliyor, geleneksel duyguların esiri olabiliyoruz. Varlığımızı birbirimizle değil, birbirimizle rekabet ederek inşa edebiliyoruz. Ya da varlığımın temel momentimin hemcinsim olduğunu unutabiliyoruz. Halbuki biz sırtımızı dayayacağımız bir dünyayı henüz inşa aşamasındayız. Ve bu konuda düşünsel anlamda PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın ve bedel ödeyenlerin emeği sayesinde büyük yollar kat etmiş olsak da henüz duygu dünyamızda bunu bütün yönleriyle başarmadık. Bu derinlikte birbirimizi görmediğimiz zamanda varlık sorunlarımız ağırlaştı. Tıkanmalarımız derinleşti. Bu her şeyimize yansıdı. Duygu dünyamızda yaşadığımız tıkanmalar özgürlük havasını kuşanmak yerine güç ekseninde kendini gerçekleştirme arayışına götürebildi. “Büyülemeksizin, hayatı büyülemeksizin adım atma, atma, atma” diyor Eduardo Galeano Aşkın ve Savaşın Gece ve Gündüzleri kitabında. Özgürlük havası hayatı büyülemenin en güzel yöntemi belki de… Özgürlük ise evreni anlama çabası… Farkındalık ya da. Yoksa bu kadar zorlu bir mücadelede bu kadar görkemli değerleri nasıl yaratabilirdik. Ama biz bazen genel olarak bu havaya ulaşmadığımız halde bireysel olarak kendimizi bu havaya ulaşmışız gibi zannedebiliyoruz. Sanırım temel handikapımız da burada başlıyor. Bu konuda bizim realitemizi en iyi çözen ve en güzel cümleyi kuran Sakine Cansız, “İnsanları tanımak çok önemli. Zor anlar bu tanımanın en net, en objektif anlarıdır. Bir eriyiğin çözülüşü gibidir. Kişilik çözüldükçe çözülür. Bütün yanları çırılçıplaktır, örtüneceğin bir parça nesne dahi bulamazsın. Tabii bu gerçeklik görülmek istenirse böyledir. Gören göz ve yüreğin olması gerek! Yoksa çıplak olana bu defa sen örtü olursun, senin komplekslerin, kaprislerin, korkuların, pişmanlıkların ve hırsların birer örtü olur” diyor. Bizler en zor anlardan geçerek birbirimizi tanıyoruz. Bu da çok kıymetli.
Belki de senden en çok örnek almamız gereken bir yön de pozitif yorumlama gücünü kendimizde gerçekleştirme. Yaşamı ilişkilerin bütünselliğinde anlamlandırma konusunda daha fazla çaba sahibi olmak ya da. Kalemimin akışına bıraktım kendimi. Ruhsal anlamda seninle diyaloğumda anlama ve anlaşılma kaygısını çok yaşamadığım için belki de. Bu adalet duygusu aslında. Çok güzel.”