Kendi gücünü kendi binlerce yıllık inancından alan Êzidîlerin adalet talebi yerine getirilmeden, kıyımların hesabı sorulmadan insanlık vicdanı rahat edemez. Çünkü insanlığın vicdanı tek bir kadın esir kalmayana dek rahat etmeyecektir
“Êzidî soykırımı ya da 73. Ferman” nedir diye düşündüğümüzde aslında her birimizin aklında belirenin geçmiş ve yakın hafızamızın bir başa alma halini yaşadığını görüyoruz. Bu ferman bize dört temel ana hedefin bir soykırım kesişimi yarattığını gösteriyor. Birincisi; eğer kadınsanız ezilen bir cinsin mensubu olarak saldırının ana hedefinde olmanız kaçınılmazdır. İkincisi; Kürt’seniz ezilen bir etnisitenin üyesi olarak saldırı, size karşı bir ulusun birincil varlığı için yok olmanızı gerekli kılmaktadır. Üçüncüsü; eğer yoksulsanız, ezilen bir sınıfın üyesisiniz ve elindeki varlığı da karşı konulamayacak şekilde alınması gerekli olan ganimetin diğer kolay adısınızdır. Dördüncüsü; eğer Êzidîyseniz ezilen bir topluluğun inancına sahip olanlar olarak sadece varlığınızı korumak dışında bir tehdit olmadığınız halde ötekinin adı olarak isminizin fermanlara yazılması kaçınılmaz oluverir. İşte bu dört ana unsurun oluşturduğu kesişim Êzidî fermanının kısa özeti gibidir.
3 Ağustos, artık bizler için neredeyse unutulmasının imkansız olduğu, hepimizin hafızasında bitmeyen trajedinin resimleriyle dolu. Tüm insanlık ailesinin canlı tanıklığında cihadist, selefi ve radikal bir örgüt olan IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) tarafından gerçekleştirilen bu soykırım ile Êzidîler 21. yüzyılın en korkunç, en unutulmaz vahşetine maruz kaldılar. Kurşuna dizilen insanlar, ağustos sıcağının dayanılmaz ağırlığında göç yollarında yaşamını yitirenler, gökyüzünü yaran ağıtları ile dizlerini döven kadınlar, sıra sıra köle pazarlarında dizilmiş kadınlar, başını bir taşın üstüne koyarak uykuya dalmış çocuklar, annelerinin eteklerine tutunarak kurtulabilmiş çocuklar…
Bu soykırımdan kurtulabilenlerin çoğu Şengal Dağı'na ulaşmayı başarabilmiş Êzidîlerdi. Onlar, kurtuluşun Şengal Dağı’na (Çîyayê Şengalê) sığınmak olduğunu bin yıllardır anlatılagelen soykırım hikayelerinden biliyorlardı ve bu dağın onlar için bir sığınak olacağından emin olarak umuda doğru çıplak ayaklarla varabilmeyi başaranlardı.
Yaşadıklarını ölümün ötesi olarak tanımlayan Êzidî kadınlara reva görülen, her türlü insanlık onuruna aykırı bu ağır vahşetin bugün hukuk literatürü açısından adı konmamış suç tipleriyle dolu olduğu kesin. Halen de 3 bine yakın kadından haber alınamamış olması bu trajedinin vahametini her geçen gün daha da artırıyor.
Kürdistan Bölgesi Êzidîleri Kurtarma Ofisi’nin 22 Şubat 2022 tarihli yayınlanan raporuna göre, soykırım öncesi Şengal’de nüfusları 550 bin civarında olan Êzidîlerin, IŞİD saldırıları sonrasında 360 bini göç etmiş, 150 bini sonradan Şengal’e geri dönmüş, şu ana kadar 82 toplu mezar açılmış, 6 bin 417 kişi (2 bin 896 kadın, 3 bin 548 erkek) kaçırılmış, kaçırılanlardan 3 bin 552’si kurtarılmış, (339 kadın, bin 207 erkek, 50 erkek çocuk, 956 kız çocuğu), kurtarılmamış olanların 2 bin 719'undan (bin 274 erkek, bin 445 kadın) halen haber alınamamaktadır.
Verilen bu sayıların ötesinde içimize işleyen bir yönü de 'coğrafya kaderdir' sözüne karşı bitmeyen öfkemiz olsa gerek. Êzidîlerin içimizden koparılan bir kayıp halkamız olduğunu o gün ve sonrasında hep hisseder olduk. Bizler en çok da kadınlar olarak hepimizden koparılan paydanın bir parçasının Êzidîler olduğunun farkındayız. Birçok devlet yaşanılan vahşetin farkında olsa da yaşanılanlara bir tanımlama yapma konusunda kararsız kalmış, düşük tondan verilen tepkiler dünyanın bu soykırıma karşı seyirci kaldığını göstermekteydi. Halen bile Êzidîler için temelde bir çözüm sağlanabilmiş değil. Batılı devletler şimdilik kolonyal bir çıkar görmediklerinden olsa gerek yalnızca belli organizasyonlar dahilinde toplu veya birey olarak birkaç sosyal sorumluluk projelerinde boy göstermekle yetindi. Kamplarda yaşayan Êzidîlere ya euro uzatarak objektiflere poz veriyor ya da belli sayıda olanları kendi ülkelerine mülteci olarak kabul etmenin lütfu ile övünüyor veya yalnızca onları bir haber değeri olarak görüp trajedilerini itiraf ettirerek, reyting rekorları kırarak trajediyi yeni bir pazar olarak insanlığa izlettiriyorlar. Reklam yüzü yapılan Êzidî kadınlar, çığlıkları olur da kaybettiklerine ulaşır diye bir umut da olsa konuşmaktan vazgeçmiyor.
Êzidîler, inanç olarak Zerdüştlük, Mazdek ve İslam öğretilerinin harmanlandığı inanca mensup bir topluluktan oluşuyor. Aslında Êzidî ve Kürt kimliği birbirinden ayrıştırılması mümkün olmayan kimlikler. Çünkü kaç yüzyıl öncesine kadar Kürt halkı inanç olarak Êzidîydi. Birkaç yüz yıl öncesine kadar ulus devlet teorilerinden ırkçılık, milliyetçilik gibi hakim ideolojiler olmadığından, Kürtlerin yaşadığı topraklara yönelik saldırıların nedeni de dinlerin ve mezheplerin savaşı şeklinde sembolize edilmiştir. Kürtlerin yaşadıkları coğrafya yüzlerce yıl boyunca Êzidî dini gerekçe gösterilerek yağmalanmış, sayısız kere soykırımlara uğrayan Êzidîlerden kalanlar da bütün öz varlıklarını bırakıp yaşadıkları coğrafyayı terk etmek zorunda kalarak varlığını korumak için direnmiş, diğerleri de Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalmıştır. Bugün kalan Êzidîler ise soykırımlar sonucu çoğunlukla Müslümanlaştırılan Kürtlerin azınlıkta kalmış olan torunlarıdır. Şengal de Êzidîlerin 20. yüzyıl sonrasında kitlesel olarak en son sığındığı bir kale olarak önemli yerleşim yerlerinden biri olmuştur.
Kürtler, Êzidî dini gerekçe gösterilerek tarihsel olarak bu tarz birçok soykırıma uğramıştır. Örneğin Şerefxan’ın Şerefnamesi’nde “pis Êzidî Zazalar” söylemi oldukça dikkat çekicidir. Bugün Êzidî Zazalar yok çünkü hepsi bu fermanlar sonucu Müslümanlaştırılmıştır.
Soykırımların tarihi insanlık tarihi kadar eski olmasa da erkek ürünü olan savaşlar ile bunun başladığını tahmin etmek çok zor değil. Soykırımların, her bir çatışma ve savaşların kuralsız ve kirli bir şekilde yürütüldüğünü düşündüğümüzde, bunun sonrasında ana odağındaki hedef kitlelerin kadınlar olduğunu görüyoruz. Erkeklerin eseri ve kavgası olan savaşların her ne kadar karşı tarafı fiziksel olarak imha etmeyi ve onun direncini kırmayı hedef aldığını söylesek de aslında savaşların ana hedefinde kitlesel olarak kadınlara yönelen bir saldırının olduğunu söylemek mümkün. Hatta savaşların temel motivasyonlarından birinin kadınlar üzerinden temel bir kitlesel imha yöntemi olarak hayata geçirildiğini görüyoruz. Bu kitlesel imha yöntemi fiziki imhanın ötesinde kitlelere karşı bir psikolojik imha yöntemi olarak kullanılan ve bunun bir parçası haline gelmiş olan tecavüz yani cinsel şiddettir. Tecavüz ile kadının bedeni ele geçirilmesi gereken ve zafere ulaşma sembolü olarak görülmektedir. Bu nedenle de kadınlar doğrudan kitlesel ölümlerin hedefinde olduğu gibi çoğu zaman da kitlesel cinsel saldırılara uğrayarak üzerinde kurulan hakimiyet, ele geçirilmesi düşünülen toprak, ortadan kaldırılması gereken din, inanç veya tebaanın da hakimiyet alanının ortadan kalkması anlamına gelmektedir.
Milliyetçilik, ırkçılık gibi katı referanslı dini anlayışları düşündüğümüzde ataerkil toplumsal kültürün görünür biçimde baskın olduğu bu ideolojiler için itaat etmesi gereken grupların öncelikle kadın gruplar olarak hedeflendiğini görüyoruz. Kadınlar üzerinden iradenin kırılmaya çalışılması tehdit olan ulus veya topluluğun kadın üzerinden yenilmeye çalışılması tamamen toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı kültürel kodlarla ilgilidir. Bu bağlamda, kadının, ulusun ve grubun biyolojik sürdürücüsünün yanı sıra kültürel kimliğinin sembolik üreticisi ve sürdürücüsü olması, onun cins kimliğini daha önemli bir konuma getirmiştir. Örneğin bir kadının Êzidî olduğu dış görünüşündeki kıyafetinden, saç stilinden, yüzündeki hızma veya ellerindeki dövmeden çok rahat bir şekilde anlaşılabilmektedir. Böylelikle Êzidî kadını "iğfal" etmek Êzidîliği "iğfal" etmekle eşdeğer olarak görülmektedir.
Erkek egemen kültürün feodal ve kapitalist dönem anlatılarında sıklıkla kadın figürü ile vatan/toprak sembolünün özdeşleştirilmekte olması hiç de masumane değildir. Aksine bu arka plandaki düşünce kadın bedeninin işgal edilmesi ve ele geçirilmesi gereken alanlar olarak erkeği kışkırtmaktadır. Böylelikle ahlakın dışarıdan gelen yıkıcı etkisiyle ulusun bütünlüğü tehlike altına alınmış ve ele geçirilmiş olunmaktadır. (1) İlginçtir ki, tecavüz eden erkeğin sahip olduğu düşünce ile tecavüz edilen kadının mensup olduğu cemaat kadınını/vatanını tecavüze karşı koruyamayan erkeğin, o beden ve toprak üzerindeki hakkını kaybettiği fikri her iki ideolojinin de cinsiyetçi bir körlükten beslendiğini göstermektedir. Bunu savaş sonrası sayısız örnekleri ile anlatabilmek mümkündür. Örneğin Sırplı erkekler Bosnalı kadınlara tecavüz etme fikrini 'düşman topraklara Sırp tohumlarını ekme' politikası olarak uygulamıştır. Sırplı güçler Müslüman kadınlardan 20 bin ile 50 bin arasındaki kadına tecavüz etmiştir. (Goldstein, 2005: 363; Iacobelli, 2009: 266; Snyder ve diğerleri, 2006: 189).
Yine tarihte ilk kez kayıt altına alınan kitlesel tecavüzler, 1938 yılında Kristal Gece (Kristallnacht) olarak bilinen ve Nazi yönetiminin yürüttüğü şiddet eylemleri esnasında gerçekleştirilmiştir. Japonların Çinli kadınlara yönelik “Nanking tecavüzleri” (1937-1938), Irak, Kolombiya, Sudan, Ruanda’da, Sierra Leone, Liberya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yüzbinlerce kadına tecavüz edilmiş, bulaşıcı hastalıklar bulaştırılarak nüfus üzerinde bir egemen ulus, egemen kültür inşası ve baskısı oluşturulmuştur.
Êzidî soykırımı da cinsiyetçi bir karakteri barındırmakla esasında IŞİD tarafından bunun iki eksen üzerinden bir strateji olarak hayata geçirildiğini görüyoruz. Bu nedenlerden birincisi; kadınlar onlar için bir savaş ganimeti olarak birincil önemde olan bir savaş motivasyonunu barındırıyordu. Esas olarak kadını özel mülkiyete konu yapmak, öldürmekten daha avantajlıydı. Bunun için 60 yaş üstü kadınlar ya kurşuna dizilerek toplu mezarlara gömüldü ya da bir mülkiyet değeri olarak görülmediğinden bir rehin değişimi pazarlığında kullanıldı. İkincisi ise; Êzidî inancına göre soyun sürdürücüsü kadındır. Êzidîlik inancına göre evliliğin endogamik (2) bir şekilde olması zorunludur. Yani anne ve babanın Êzidî olması gerekmektedir. Sonradan Êzidî olunamadığından, Êzidî kadınları o toplumun denkleminden çıkarttığınız zaman sadece Êzidîlik yürümediği için tümüyle bitirilmek istenmiştir. IŞİD kadınlar üzerindeki cinsiyetçi kırımını kadınların çoğunlukla yaşamlarına son vererek değil onları maddi bir değere dönüştürüp manevi varlıklarını yok ederek sistematik bir politika dahilinde hayata geçirmiştir. Sistematik cinsel şiddete maruz kalan tüm kadınların kendi ifadeleriyle “Halnefsî” (psikolojik) sorunları, hayatlarının bir anlamının olmadığı, değersizlik duygusu, kurtulmuş olsalar da yaşamdan bir değer taşımadıklarının itiraflarıyla dolu. IŞİD alıkoyduğu kadınlardan 6 yaşından 60 yaşına kadar seks kölesi olarak kullanmış, bakire ve genç olan kadınları fiziksel özelliklerine göre emirler için özel olarak ayırmıştır. Osmanlı hanedan ailesi için fetih sonrası ele geçirilen kadınların cariye olarak saraya sunulması geleneği burada da sürdürülmüştür. Êzidî kadınlar, savaş ve sivil alanlarda satılarak ve onlarca kez tecavüz edilerek, özel mülkiyete konu yapılarak belirgin bir kadın kırımının yaşanmasına neden olmuştur.
Êzidîler fermanı yalnızca 3 Ağustos’ta yaşamadı. Yerleşim yerlerini terk etmek zorunda bırakılarak kurtuluşu deniz aşırı ülkelere gitmek olarak düşünmeleri, onları insan tacirleri ve insan kaçakçılarının hedefi haline getirdi. Yaptıkları bu ölüm yolculuklarında binlercesi ölüme terk edilmiş, ulaştıkları yerlerde de en asgari düzeydeki insan hakları bile görmezden gelinerek soykırımın yeni ve güncel etkileri halen de sürdürülmektedir. Bugün de gönderildikleri yerde de kötü muamelenin, ayrımcı politikaların muhatabı olmak durumunda kalmışlardır. Kendi yerleşim alanlarında yerel güçlerin desteğiyle kendi özerk statülerini oluşturmuş ve güvenli hale getirilmiş olan yerleşim yerlerine dönmek isteyen Êzidîlere karşı, yerleşim yerleri bombalanarak soykırımın etkileri devam ettirilmek istenmektedir.
Êzidîlik inancının sürdürülebilirliği yaşadıkları coğrafya ile doğrudan iç içedir. Kendi sosyal ilişkileri ve kutsal yerleri yaşadıkları Şengal ve Şexan bölgesine ait olan yerlerdir. Kendi kültürel varlıklarını ve inançlarını sürdürdükleri coğrafya ile bağ koparıldığında, yaşadıkları yerlerdeki entegrasyon politikaları sonucu kültürel bir soykırım tehdidi altındadırlar.
Yakın tarihte Hollanda, Belçika, en son Almanya gibi ülkeler parlamento düzeyinde soykırıma dair açıklamalar yapmış olsa da tüm dünya devletlerinin ve özellikle BM Güvenlik Konseyi'ne üye olan devletler nezdinde soykırımın tanınması küresel bir adaletin sağlanması açısından önemlidir. Roma Statüsü Sözleşmesi ile kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargılama mekanizmasının harekete geçmemesi bu sözleşmenin gerçek meşruiyetinin odak noktasının devletlerin gizli politikaları ile berhava edildiğini göstermektedir.
Bugün bu suçların cezasız kalması, bu yapılar ile işbirliği içinde olan devletlere ve oluşumlara cesaret vermekte ve halkları yeni suçların hedefi haline getirmektedir. Ortadoğu için tehdit olan ulus devlet merkezli sistemler ile Ahraru Şam, El-Nusra, ÖSO, HTŞ gibi paramiliter yapılar ile tetikçiliğe soyunan terör örgütlerinin eliyle etnik soykırım ve demografik yapıyı değiştirme politikaları halen de Êzidîlerin yaşadığı yerde Şengal’de, Afrin’de, Kobani’de sürdürülmektedir.
Yugoslavya eski Başsavcısı olan Carla Del Ponte'un “Adalet olmadan barış olmaz” (3) sözü tüm soykırımlar için yüzleşilmesi gereken bir hakikate dikkat çekmektedir. Kendi gücünü binlerce yıllık inancından alan Êzidîlerin adalet talebi yerine getirilmeden, kıyımların hesabı sorulmadan insanlık vicdanı rahat edemez. Çünkü insanlığın vicdanı tek bir kadın esir kalmayana dek rahat etmeyecektir.
Yaşamını yitiren Melekê Tavusê’nin kahraman kadınlarına saygıyla…
(1) Çiğdem Akgül-Militarizmin Cinsiyetçi Suretleri, Devlet, Ordu ve Toplumsal Cinsiyet- Dipnot Yayınları
(2) Ait olunan grubun içinden bir kişiyle yapılan evlilik.
(3) https://tr.euronews.com/my-europe/2013/06/07/carla-del-ponte-adalet-olmadan-baris-olmaz