hukukla yüz yüze kalan her kadının mahremi didik didik edilip onu suçlu ya da daha suçlu gösterecek şeyler aranıyor. hakim cübbesi giymiş, içimize çöreklenmiş hıncal uluçlar, bizim için bir hapishaneye çevrilen toplumun gardiyanlarının başında geliyor
marx tarihin bir helezon gibi ilerlediğini söyler, katılmamak elde değil. o yüzden toplumsal değişim sisifoslara ihtiyaç duyuyor, aynı şeyi, defalarca bıkmadan söyleyecek, tekrar edecek, anlatacak insanlara. bu sabır, feminist pratiğin de bir parçası. bu yazıda belki binlerce defa anlatılmış, binlerce defa çürütülmüş ama yine de, azalsa da karşımıza çıkan bir anlayıştan söz etmek istiyorum; çürüse de varlığı zihinlerde ama çok daha önemlisi hukukta sürdüren anlayış. bir kadının hayat tarzının, başkalarına zarar vermese de, cezalandırılabileceği fikri. bugün kimse kolay kolay “vurun kahpeye!” diyemiyor. ama kadınların, ömür boyu ve/veya aynı anda birlikte oldukları partner sayısı, giyim tarzı gibi tercihlerinin onları değerlendirirken belirleyici olabileceği, olması gerektiği fikri gayet yaygın. şunu hatırlatayım; tıpkı açık giyinmekten çekinmeyen kadınlarla ilgili yargılar gibi, örtünmeyi tercih etmiş, özellikle de islamcı kadınların benzer pratikler içinde olduğuna dair varsayımlar, fanteziler de var. çünkü erkek-egemen düşünce farklı siyasal pozisyonlardaki insanların ortak noktası ve her kesim cinsel pratiklerinden dolayı küçümsenmesi, lanetlenmesi gereken kadınlar buluyor! kadınların hayatlarının -sorumluluk sırasıyla; ailelerindeki erkekler, sevdikleri erkekler, her erkek- tarafından denetlenmesi gerektiği fikri gülünç ama yaygın. aile kurmadan cinsel pratiklerinin olması, bir ailenin erkeklerini hesaba katmadan giyinmek, aile dışı ortamlarda eğlenmeyi tercih etmek yani eğlenmek için düğünleri beklememek, tanımadığı insanların da olduğu mekânlarda eğlenmek… bunlar erkeklerin hakkı ama kadınlar için damgalanma sebebi olan şeyler. bu zihniyetin ortadan kalkması uzun zaman alabilir, sabrımız, kararlılığımız, mücadele azmimiz var.
eski ama çarpıcı bir vaka
defne joy foster evliydi, 18 aylık bir oğlu vardı. bir gece, eğlenmek için gittiği bir barda tanıştığı kerem altan’ın evine gitti ve orada öldü. astımı vardı, adli tıp raporu, defne joy foster’ın, kullandığı ilaçlar ve içkinin ortak etkisi sebebiyle hayatını kaybettiğini söylüyordu. aynı şey bir başka evde, kendi evinde de gerçekleşebilirdi. kerem altan’ın ambulans çağırmakta gecikmesi dikkate alınmadı. hıncal uluç ise köşe yazısında, defne joy foster için “su testisi su yolunda kırılır” dedi. bir kadın böyle bir “hata” yaptığında ölmeyi de hak ediyordu ona göre. tepki aldı ama tepkiler düşünce tarzına değil, bunu söze dökme pervasızlığına yönelmişti. ama bu sözleri hâlâ hatırlanıyor ve kınanıyor.
iktidarda muhafazakârların olması, laik hayatlar süren erkeklerin de, bu tür düşüncelerini ifade etmekte cüretkâr olmalarını sağlıyor. şimdi de öldürülen kadınlarla ilgili bu tür karalamalara denk geliyoruz. kadınlar, kendilerini şiddetten korumak için tedbirler almak, zaman zaman tavizler vermek zorunda kalıyor. tedbirin uzlaşma anlamına gelmediğini de hatırlatarak, bu zorunlulukla patriyarkanın çizdiği sınırlar içinde yaşamanın çok farklı şeyler olduğunun altını çizmek istiyorum.
bir kadın, kimseye zarar vermediği sürece, kendisine zararı da olsa, -tıpkı erkekler gibi- istediği tarzda yaşama hakkına sahip ve toplum/hukuk/devlet onu şiddetten korumak zorunda.
ama hukuk, git gide daha fazla -ve hukuksuz bir biçimde- toplumda egemen olduğu varsayılan, bu patriarkal zihniyete teslim oluyor ve mahkemeler birden fazla partneri olan, eğlenmeye çıkan ya da belli kıyafetleri tercih eden bir kadının şiddeti hak ettiği fikriyle karar alıyor. bu köhne, rezil ve adaletsiz hukuk anlayışına karşı mücadele bugün kadın kurtuluş hareketinin önemli gündemlerinden biri.
ama ya kendi aklımız ve vicdanlarımız? yanı başımızdaki erkeklerin aklı ve vicdanı? hepimizin içindeki hıncal uluçlar? ancak patriyarkal değer yargılarının mükemmel saydığı kadınların güvenli yaşama hakkına sahip olduğu varsayımı?
şunu da hatırlatmak istiyorum. bir kadın kendi iradesiyle patriarkanın dayattığı hayatın dışına çıkabilir. şüphe yok ki, kadın özgürlüğü için verilen mücadele geliştikçe bu hakkı kullanan kadınların sayısı artacak. ama birçok kadın da -yoksulluk, eğitimsizlik, ailesinin sorumsuzluğu, çaresizliği, yetim öksüz olması vb.- çok farklı sebeplerle, kendi tercihi olmaksızın o makbul kadın çizgisinin dışında hayatlar sürüyor. ya da bazen de -tıpkı erkekler gibi- tökezliyor, hata yapıyor, düşüyor, kalkıyor. erkekler için hak hatta destek sebebi olan bu insanlık halleri, kadınların bütün kaderini ve geleceğini belirliyor.
kendini savunmak için cinayet işlemiş pek çok kadının, ailesinin itiraz ettiği bir erkekle birlikte olduğunu, bu tercihi üzerine ailesinin kendisine maddi-manevi hiçbir destek vermediğini biliyoruz. aynı şekilde, birçoğunun aile baskısı ve/veya yoksulluk sebebiyle pek de tercih etmedikleri evlilikler/ilişkiler içine girdiklerini görüyoruz. şiddete maruz kalmak, bu kadınlar için çok daha büyük bir ihtimal.
yoksulluğun genişlediği, kadın yoksulluğunun yükseldiği bu dönemde, kadınların suç işlemek zorunda kalma ihtimali de artıyor. hukukla yüz yüze kalan her kadının mahremi didik didik edilip onu suçlu ya da daha suçlu gösterecek şeyler aranıyor. hakim cübbesi giymiş, içimize çöreklenmiş hıncal uluçlar, bizim için bir hapishaneye çevrilen toplumun gardiyanlarının başında geliyor.
oysa güvenli, şiddetsiz, mutlu bir hayat hepimizin hakkı. her kadının; dik duranın, düşenin, ayağı takılanın, bir gün kalkacak olanın… kendimizin ve birbirimizin hayatından utanmamak, birbirimize el uzatmak zorundayız çünkü aynı zincirle bağlıyız ve tek başına kurtuluş olmadığı gibi tek başına ayağa kalkmak da yok.