Yeni makul kadına uymayan, Kürtlük ve kadınlık ile kendi varoluşuna tutunan ve bu varoluşla direnen kadınların yaşadıkları erkek-devlet şiddeti 25 Kasım Günü'nün de kadın mücadelelerinin de derdine dahildir
Kadına yönelik şiddet özel bir kategori olarak inşa edilmiş araçlar bütünü olsa da kurgulanışı açısından şiddet aracının kurumsallaşmasının dayandığı temellerden bağımsız değildir. Şiddeti aksi biçimde ele almak kadının toplumsallığını parçalama riski taşıyabilir. Çünkü kadına yönelen şiddetle birlikte şiddetin işlerliği fark edilerek tüm toplum üzerinde uygulanır. Yemekteki tuz, pantolondaki ütü izi sebebiyle ya da sarhoş cesaretiyle gelen şiddeti sahiden de iktidarların sokakta özgürleşmek için eylem yapan kadınlara gösterdiği şiddetten ayıran bir şey var mıdır? Yapısal olarak şiddet kendisini dayatıp "doğruyu” gerçekleştirmek-kabul ettirmek için ortaya çıkmışken yöneldiği tüm topluluklar, inanç grupları ya da örgütler kadınların yaşadığı şiddet deneyiminden alınan referansla saldırıya uğramaz mı?
Gerçekleştirilen şiddet eylemi tikel olarak ele alındıkça arkasındaki sistem ve bu dokuya gömülü anlayış muğlaklaşmaya başlar. Erkek şiddeti olarak dile getirilen eylemler açısından da kadına yönelik şiddetin, erkeğin bağlı-gömülü olduğu sistemden bağımsız değerlendirilmesi muğlaklıklar ama daha fenası risk alanları oluşturabilir. Bu risk bir taraftan erkeklerin doğrudan etraflarındaki kadınlarla akrabalık bağı ile meşrulaştırdıkları bir taraftan kapitalizmin yeni aile piyasası olarak süslediği iş yerlerindeki bağ ile sürdürdükleri en nihayetinde de devletin en büyük aile olduğu propagandası ile kurumsallaştırdıkları alanlarda baş gösterir.
Ev içinde bir yandan namusu kolluyorum diye kurallar koyup, söz konusu kâr olduğunda feodal ölçülerini bir kenara bırakıp piyasayla uzlaşan, kollanması gereken namusu vardiyalara süren koca ve türevleri oracıktadır. İş yerindeki koca da aynıdır; günün sonunda kârından başka hesabı olmayan patron, güne işçilerle birlikte ne büyük ne güzel bir aile oldukları naraları atarak başlar. Tüm bu aileciklerin bileşkesi ise kendinin objektif-cansız bir kurum olduğunu unutturmaya çalışarak adeta insanlaşan, kırılgan sözcüleriyle yeni kadınlıkları anlatıp duran, kimin makbul kimin utanç kaynağı olduğunu topluma pompalayan ulus-devlettir. Bu kocaman ailenin bütün alanları özel alan haline getirme planı artık devrededir. Tüm yaşam alanları aynılaşır ve bu alanlardaki kadın varlığı da denetim altına alınır. Bu sebeple her defasında ev içindeki, iş yerlerindeki ve sokaktaki şiddeti bu mekânların kuruluş politikalarıyla, erkek öznelerin benzerliğiyle beraber düşünmek ve şiddeti ortadan kaldırma mücadelesini de bu eksende ele almak gerekir.
Türkiye açısından bu meseledeki turnusol ise Kürt kadınlardır. Yaşanılan aile içi erkek şiddetiyse dayanışma vardır. Davalar birlikte takip edilir. Erkek ceza aldığında ortak kazanım olarak tarihe not düşülür. Ancak işin içine kadına yönelik devlet şiddeti girmişse cızırtıların duyulmaya başladığı bu alanda çoklu; ancak birbirine göbekten bağlı görünmez-aslında görünür duvarlar örülür.
Erkekler kadın yaşamını dizayn etmeyi ve kadınlar buna itiraz ettiği anda şiddet aracını kullanmayı “normal” görür. Ulus-devletler de kadınların hangi sistem-yönetim içerisinde ve nasıl yaşayacağını belirlemeyi “normal” görür. Öyleyse bu iki hâl arasındaki fark nedir ki, her ikisine birden karşı durmak bu kadar zorlaşır? Bu sorunun farklı boyutlarını kısmen de olsa kadın hareketlerinin ve feminizmin pratikte kadınların özgürlüğü ve eşitliği mücadelesi verirken yarışan eylemler-yarışan haklar arasında kurdukları dengeler üzerinden ele alabiliriz. Şiddet aracının hangi aklın üretiminden çıktığı ve kaynağının ne olduğu mücadelenin neyi dağıtması gerektiğine dair de ön açıcı olabilir.
Öyle veya böyle anayasal statüsü olan kadınların alt yasa metinlerinin iyileştirmesi için çabalamaları anlaşılabilirdir. Ki bu yasalar kadınların yaşamlarında oldukça efektiftir, bilhassa medeni kanun ve ceza kanunu açısından kadınların yaşama katılımına dair olumlu sonuçlar da doğurur. Ancak diğer tarafta gücü varoluşundan bugüne kadar tekeline almış, tekelinde tutmuş devletli sistem varken ve bu güç ile birkaç yıl önce kazanılan hakkı bugün geri almaya cüret edebiliyorken yasal düzenlemelerin diğer başka eylem ve haklarla desteklenmesi kaçınılmazdır. Zaten Kürt kadınların statü mücadelesi vermesi doğrudan bu durumla ilgilidir. Çünkü Kürt ve kadın kimliğinin birlikte statü kazanması, kadın hareketlerinin ve feminist mücadelenin kazanımlarını garanti altına alacak toplumsal zihniyet ve müdahale ile gerçekleşebilir.
Şüphesiz kürtaj haktır, karar kadınlarındır. Peki ya bir kadın bu hakkını kullanmaya bildiği tek dil olan Kürtçe ile karar verdiğinde ve talep ettiğinde sonuç ne olur? Sürekli şiddet gördüğü erkeği şikâyet etmeye gittiğinde Kürtçe bilmemenin bedeli ne olur? Öldürülmek olabilir mi mesela? Geleneksel kıyafetleri ile hastaneye gittiğinde üst akıl, üst kimlik, Türklük onu nasıl karşılar? Sistemin en iyi üniversitelerinden en iyi derecelerle mezun olmak onu “aman canım her Kürt HDP’li demek değil ya” şiddetinden korur mu?
Başka türlü soralım. Çok çocuk doğurmak isteyen ya da yine kendi iradesiyle istemeyen, Kürtçe dışında başka dil öğrenmeyen, geleneksel kıyafetlerini üstünden çıkarmayan, devlet okullarında okumayı reddeden hatta bütün bunlarla beraber ben bu yönetilme biçimini istemiyorum alternatif bir önerim var bunu da örgütlüyorum diyen kadının kadınlığı nereye düşer? Aslında hâlâ diğer kadınlar kadar kadındırlar, gündelik hayatta erkek şiddetini yaşama riskleri azalmaz. Üstüne devletin gücünü pervasızca kullanmakta zeval görmediği bir alan daha açılır; varlığına tehdit olarak gördüğü bu kadınlara her şeyin yapabilir olduğu bir alan, ilmek ilmek işlediği cinsiyetçilik ve milliyetçilik yüzünden bazı toplum çevrelerinden de destek aldığı bir alan.
Yeni makul kadına uymayan, Kürtlük ve kadınlık ile kendi varoluşuna tutunan ve bu varoluşla direnen kadınların yaşadıkları erkek-devlet şiddeti 25 Kasım "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü'nün de kadın mücadelelerinin de derdine dahildir. Çünkü dayatılan iki yoldan birini seçmeyi reddeden ve kendi üçüncü yolunu açan kadınların siyasete katılımını, örgütlenme hakkını engellemek de şiddettir. Tam da bu yüzden Sebahat, Gültan, Figen, Aysel, Ayla, Ayşe ve diğer kadınlar için de mücadele etmenin günüdür. Şiddet aracıyla kadınların hukukun-ahlakın bir türlü işlemediği bu “istisna” alanına itilmesi, orada hapsedilmesi erkek eliyle ancak devlet aklıyla gerçekleştirilirken çıkar yol şiddetin asıl kaynağını dağıtmaktan geçecektir.
*Jineolojî Dergisi Yayın Kurulu üyesi