18 ülkeden 100 kadının katıldığı konferansta sonuç metinin kabulünün ardından kopan slogana bütün kadınların coşkuyla eşlik etmesi ise bölgede (ve aslında dünyaya yayılarak) feminist devrimin dilinin Kürtçe olduğunu gösteriyordu: Jin Jiyan Azadi!
Pandemi koşulları nedeniyle bir yıldır ertelenen 2. Ortadoğu ve Kuzey Afrika Kadın Konferansı ancak 30-31 Temmuz tarihlerinde Beyrut’ta 18 ülkeden 100 kadının salonda, 30 kadının ise online katılımıyla gerçekleşti. Kürt kadın hareketinin de örgütleyicisi olduğu konferansa Türkiye’den de 15 kadın, yedimiz Beyrut’a giderek Kürt kadın hareketinden arkadaşlarımız aracılığıyla dâhil olduk. Konferansa ilişkin düşüncelerimizi her birimiz değişik zeminlerde dile getiriyoruz. Konferans süresince de bu düşüncelerimizi birbirimizle paylaştık, ortaklaştığımız ve tabii ki farklılaştığımız noktalar oldu. Bu yazıda konferans hakkında yapacağım değerlendirmeler hiç kuşku yok ki benim genel olarak Türkiye siyaseti, patriyarka analizleri ve feminist siyasete ilişkin yaklaşımlarımın prizmasından süzülmüş olacaktır.
İlki 2013 yılında Diyarbakır’da “Ortadoğu Kadın Konferansı” adıyla örgütlenen konferansın ikincisinde adını “Ortadoğu ve Kuzey Afrika…” diye değiştirmesinde, Ortadoğu kavramının Fas’tan Afganistan’a kadar içeren bölgeyi tanımlamak için kullanılmasına yönelik tepki ve ABD’nin emperyalist Büyük Ortadoğu Projesi’nin gölgesinden kurtulma amacı belirleyici olmuş.** Ve konferansta Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki ülkelerin/halkların dışında Sudan’dan da delegeler vardı.
Kuşkusuz her toplumsal mücadele uluslararası siyasetin kavramlarının ötesinde kendi kavramlarını da üretir. Türkiye’de erkek egemenliğine/ataerkiye/erkek egemen kapitalizme/patriyarkaya karşı mücadele eden kadınlar açısından bir kadın hareketi/feminist hareket ayrımı söz konusuyken konferansa katılan ülkelerin temsilcisi kadınların istisnasız hepsi açısından söz konusu kavramlaştırma feminist hareket ve feminist mücadele olarak dillendiriliyordu. Nerdeyse bütün konferans boyunca “kadın hareketi” kavramını duymadık denilebilir. Bu nedenle yazı içinde kullanacağım feminist hareket-feminist mücadele kavramlarının sadece benim terminolojim değil konferansta kullanılan terminoloji olduğunu belirtmek istiyorum.
Feminist mücadele sekülerizm ilişkisi
Konferansın ilk gününde ağırlıklı olarak bölgedeki (Ortadoğu ve Kuzey Afrika yerine yazının kalanında konferansta da kullanıldığı şekliyle “bölge” kavramını kullanacağım) durum kadınlar açısından değerlendirilirken ve deneyimler aktarılırken ortak başlıklar söz konusuydu. 12 yaşa kadar düşen evlilik yaşları, namus adı altında işlenen cinayetler, erkek şiddeti, miras ve mülkiyet haklarının olmayışı, kadınların kamusal alana çıkışının önündeki engeller, yoksulluk ve bunların hepsine temel oluşturan dini baskılar, kadın erkek eşitliğini tanımayan dini normlara göre düzenlenmiş anayasalar, yasalar, patriyarkal devletler… İran-Rojhilat, Irak, Libya, Lübnan, Tunus, Mısır, Sudan gibi bir dizi ülkeden katılımcılar feminist mücadelenin ilk hedefinin seküler devlet-seküler anayasa ve seküler medeni yasa olduğunu önemle vurguladılar. İslam dininin kadın erkek eşitliğini tanımaması nedeniyle kadınların patriyarkanın baskısı altında olduğunu bu nedenle öncelikle devletlerin ve anayasaların sekülerleşmesi için mücadele ettiklerini anlattılar. Kadınların temel insan haklarına kavuşmasının, seküler anayasalarda kadın erkek eşitliğinin tanınmasının bir devletin ve ülkenin demokratikleşmesi için önkoşul olduğu, bu anlamıyla bölgede feminist mücadelenin demokrasi mücadelesinin öncüsü olduğu en çok vurgulanan noktalardan biriydi.
Örneğin Sudan’da gerçekleşen devrimin insan haklarında önemli adımlar atmakla birlikte, dinin kadınlar üzerindeki patriyarkal hegemonyasına dokunmadığı için, kadınların bu devrim ile özgürleşmelerinin söz konusu olmadığını, kadınların da ilk adım olarak insan haklarına kavuşmaları için seküler bir medeni yasanın ve kadın erkek eşitliğinin anayasada yer almasının önemini anlatan kadın delege, hem Sudan Komünist Partisi’nin üyesiydi hem de ülkesindeki güçlü bir kadın örgütlenmesini temsil ediyordu. İran-Rojhilatlı delege (siyasal baskı nedeniyle ülke dışında yaşıyor) İran’da feminizm kavramının ve feminist mücadelenin, Kuran’daki kadın erkek eşit olamaz yaklaşımı nedeniyle yasak olduğunu ve kadınların yaşadığı ağır baskıları ifade ettiğinde, Lübnan Hizbullah’ına yakın kadınların yürüttüğü tartışma dikkat çekiciydi. İran’da kadın erkek eşitliği mücadelesinin İslami kurallar nedeniyle yasaklanıyor olmasına rağmen, parlamentoda çok sayıda kadın vekil olduğu, sosyal devlet uygulamaları nedeniyle kadınların daha iyi koşullarda yaşadıkları ve mesela daha kolay boşanabildikleri, boşanınca Lübnan’daki gibi aç kalmadıkları yönündeki itirazları çarpıcıydı. Bu itiraza, kadınların kocalarının ve babalarının izni olmadan seyahat dahi edemediği, okula gitme, ev dışında ücretli çalışma haklarının erkeklerin iznine tabi olduğu şeklinde verilen yanıta parlamentoda kaç kadının olduğunun değil kadınların hakları için verilen mücadelenin ne kadar temsil edildiğinin önemli olduğu eklendi. Aslında kadınların parlamentoda temsil oranının değil, feminist mücadelenin taleplerini sahiplenen kadınların temsil oranının önemli olduğu vurgusu çok sayıda ülkenin temsilcisi tarafından iki gün boyunca sık sık tekrarlandı. Devletler seküler olsa da çoklu hukukun yürürlükte olduğu Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde de kadınların dine dayalı [özellikle medeni] yasa ve gelenekler nedeniyle baskı altında olduğunun altı çizildi.
Konferanstan sadece iki gün önce Tunus’ta cumhurbaşkanının, İhvan’ın temsilcisi Nahda hükümetini (AKP’nin Tunus versiyonu) görevden alması hem kürsüden yapılan konuşmaların hem de özel sohbetlerin gündemiydi. Tunus’un büyük bir kadın örgütleri çatısının başkanı ve anayasa yazım komisyonunun kadınlara ilişkin bölümlerine danışmanlık yapan feminist delege, genel yolsuzluklarının yanı sıra Nahda’nın iktidarda olduğu süre boyunca en çok kadınların kazanımlarına saldırdığını, dini baskıyı artırmaya çalıştığını söyledi. Tunus’un bölgedeki yegane seküler anayasaya, anayasada güvence altına alınmış kadın erkek eşitliğine ve parite yasasına, seküler bir medeni yasaya sahip olduğunu ve bu hakları Nahda’nın saldırılarıyla kaybetmemek için mücadele eden güçlü bir feminist harekete sahip olduğu hem Tunuslu hem de Mısır ve Libyalı delegelerce ifade edildi. Tunuslu feministlerin kazanımları özellikle Kuzey Afrika bölgesindeki kadınlar açısından model oluşturmuş görünüyor.
Kadın yoksulluğu ve işsizliği konferans katılımcılarının hemen hepsi tarafından dillendirildi. Özellikle Lübnan’da yaşanan ağır ekonomik krizin gölgesi ile birlikte düşünüldüğünde Lübnan Hizbullah’ına yakın kadınların İran’ın sosyal devlet olmasını, kadınların aç ve sokakta kalmamalarını, temel kamu hizmetlerinin ücretsiz olmasını neden vurguladıkları anlaşılıyordu. Bu noktada parantez açmak gerekirse AKP-Müslüman Kardeşler çizgisinin tabir yerindeyse emperyalizme ve neoliberalizme biat ederek bölgede iktidar olduğunu, bu nedenle de sosyal devlet siyasetine değil tam tersine rant ve talan siyasetine yöneldiğini yirmi yıldır AKP’de ve Tunus’ta Nahda örneğinde de gördük. 1960’larda ve 70’lerde, antiemperyalizm vurgulu burjuva demokratik devrimlerinin çağında gerek Baas diktatörlüklerinin gerekse TUDEH’le birlikte gerçekleştirdikleri devrimi çalarak bir İslamcı diktatörlüğe çeviren İranlı mollaların, sosyal devlet uygulamalarını hayata geçirmeleri hiç kuşkusuz tabir yerindeyse zamanın ruhuyla ilgiliydi. ABD’nin bu sosyal devlet uygulamalarını bir şekilde sürdüren İran ve Suriye’yi her daim hedef alması da kuşkusuz neoliberalizm-sosyal devlet ikilemiyle yakından ilintili. Müslüman Kardeşler-İhvan-AKP çizgisini asla doğrudan karşısına almayan, 2011 sonrasında Baas rejimlerini devirerek bölgede iktidara gelmelerine genel olarak hayırhah tutum alan, İran’daki kadınların İslamcı diktatörlükte nasıl ezildiğini hep gündem yaparken Suriye’de cihatçıları desteklemeye devam eden emperyalist metropollerden oryantalist- sömürgeci perspektifleriyle feminist mücadeleyi güçlendirmelerini beklemek kuşkusuz ham hayal. Ve konferansın önemli noktalarından biri de bölge kadınlarının kesin olarak feminist mücadeleyi geliştirmek ve feminist kazanımları artırmak için bizzat bölgedeki iç dayanışmayı temel olarak aldıklarını sık sık vurgulamalarıydı.
Bu noktada bölgedeki kadınların hepsinin altını çizdiği seküler devlet-seküler anayasa- seküler medeni yasa hedefini en temel feminist mücadele başlığı olarak önlerine koydukları konferans boyunca, hiçbir şekilde “Müslüman feminizm” diye bir siyasal çizginin hatta kavramın telaffuz edilmemesi dikkat çekiciydi. Hiçbir biçimde 18 ülkeden 100 katılımcı içinde İslam’ın özünde erkek egemenliği olmadığı erkeklerce yapılan siyasal yorumlarının erkek egemen olduğu minvalinde bir fikir beyan edilmediği gibi tüm dinlerin patriyarkal olduğu da vurgulandı. Sık sık dinin bireysel bir mesele olması gerektiği (burada altını çizmek istiyorum “özel alana ait” kavramı değil bizzat “bireysel” kavramı kullanılıyordu) ve toplumsal örgütlenme hukukunda herhangi bir biçimde referans alınmaması gerektiği de tekrarlanıyordu. Konferansın sonuç metininde*** “demokratik devrim” başlığıyla ifade edilen hedef, seküler devlet-seküler anayasa- seküler medeni yasa üçlemesinin ve kadın erkek eşitliğinin anayasaca garanti altına alınmasının siyasi ifadesiydi.
Demokratik devrim- feminist devrim
Birinci dalga feminist hareket öncelikle ev içindeki erkek egemenliğini geriletmek amacıyla, eğitim, çalışma, boşanma, miras, mülkiyet ve çocukların velayeti vb. gibi haklarını almak için mücadele ederken oy hakkını almaksızın erkek parlamentoların kadınlara haklarını vermeyeceğini görerek öncelikle oy hakkına kilitlendi. Batı’da oy hakkının 20. yüzyılın ilk otuz yılında elde edilmesiyle “medeni haklar” diyebileceğimiz diğer haklar da kâğıt üzerinde kazanıldı ve kadınlar eşit yurttaşlar olarak tanındılar. İkinci dalga feminist hareket ise kamusal alanda eşit yurttaş varsayılmanın kadınların yaşadığı ezilmişliği ortadan kaldırmadığını gördü ve bir sistem olarak patriyarka analizinin yanı sıra kamusal alandaki ikincilliklerini belirleyenin ev içindeki erkek egemenliği olduğundan yola çıkarak siyaset yaptı. Bu anlamıyla birinci dalga feminist hareketin kadınlara anayasal eşit vatandaşlık hakkını kazandırmasıyla gerçekleşen devrimi bir tür demokratik devrim olarak tanımlamak konferansın yaklaşımıyla mümkün. İkinci dalga feminist hareket ise anayasal eşit vatandaşlık hakkını kullanan kadınların ev içindeki emeklerine karşılıksız el konmasına son vermek dâhil olmak üzere bir bütün olarak heteroseksüel çekirdek aileyi adım adım yıkmak için, ev içindeki erkek egemenliğini aşındırmaktan başlayarak bir feminist devrimi inşaya yöneldi. Her kadın kendi hayatını sorgularken, en yakınlarındaki erkeklerin üzerlerindeki tahakkümüne başkaldırırken özel alanın politikliği öne çıktı. İki feminist dalganın arasındaki bu kamusal alan-özel alan hedefli siyaset farkı, örgütlenme ve karar alma süreçlerinde de farklı yönelimleri beraberinde getirdi.
Konferansta gördüğümüz ise seçme ve seçilme hakkına rağmen bölgede kadınların eşit yurttaş kabul edilmesinin anayasal güvencesinin dini normlara dayalı yasalar nedeniyle söz konusu olmadığı. Bu anlamıyla gerek sonuç bildirgesine yansıyan haliyle gerekse konferans boyunca telaffuz edildiği şekilde bölge ülkelerinde kadınların öncelikli hedefi “demokratik devrim”, feminist devrim ise tarihi belirsiz nihai hedef. Feminist mücadele içinde örgütlenme ve karar alma biçimlerini belirleyen siyasal mücadelenin hedefleri olduğu için de konferansa katılan delegelerin temsil ettiği örgütlenmelerin, Türkiye siyasal terminolojisiyle söylersek demokratik kitle örgütü diye tanımlanabilecek, temsili demokrasi ve azınlık çoğunluk ilişkisiyle karar alan örgütler olduğu söylenebilir. Tam da bu nedenle konferansın son oturumunda konferanstan çıkacak örgütlenme modeline ilişkin karar almanın yöntemi oylama yapmak oldu. Kuşkusuz oryantalist bir perspektifle bakmayacak ve ileri batı feminizmi geri doğu feminizmi yaklaşımıyla değerlendirme yapmayacaksak karar alma yönteminden örgütlenme formuna dek farklılıkların tam da feminist mücadelenin siyasal hedefleri- patriyarka analiziyle şekillendiğini görmek gerekir.
Aslında ikinci dalga feminist hareketin küçük gruplar, yatay örgütlenme ve mutabakatla karar almaya dayalı çalışma tarzının özel alanı temel alarak siyaset yapması, anayasayı, yasaları değiştirmek temelli siyaset tarzının ise aynı birinci dalgadaki gibi temsili demokrasi, merkeziyetçilik ve sayısal olarak çoğalmak üzerinden örgütlenmesi olağan. Bunun gerek konferanstaki konuşmalara gerekse sonuç metnine yansıma hali ise, demokratik devrim ile feminist devrimin tabir yerindeyse aşamalı bir süreç olarak tanımlanması oluyordu (Konferansta sıkça dillendirilmesine rağmen feminist devrimin sonuç bildirgesine girmeyişinde bu durum da etkili olabilir.)
Ancak ikinci dalga feminist hareketin ortaya çıkışından yaklaşık elli yıl sonra feminist devrime giden yolun keskin bir aşamalandırmayla önce demokratik devrim sonra feminist devrim diye tariflenmesinin gerekmediğini bize, Kürt kadın hareketi Kuzey ve Doğu Suriye’de inşa ettiği devrimle, Asya Abdullah da bu devrime ilişkin olarak konferansta yaptığı konuşmayla gösterdi. Kürt kadın hareketi Kuzey ve Doğu Suriye’de kadınların eşit yurttaş olarak tanınması, miras, mülkiyet, eğitim, boşanma hakkını elde etmesi, çok eşliliğin ve çocuk yaşta evliliklerin cezalandırılması gibi hakları tüm din ve etnisitelerden kadınlar için hayata geçirdi. Suriye’nin çok hukukluluğuna son verilmesini, dini normlara dayalı olarak kendini yeniden üreten patriyarkanın gücünün kırılışını izlemeye devam ediyoruz. Bu anlamıyla elbette konferans katılımcıları bölgede Kürt kadın hareketinin yarattığı dönüşüm ivmesinin hakkını teslim ediyorlardı. Ki Kürt kadın hareketinin konferansın örgütlenmesindeki etkisi de elbette Kuzey ve Doğu Suriye’de kadınların elde ettikleri kazanımlardan bağımsız düşünülemez. Konferansın tanımıyla söylersek Kuzey ve Doğu Suriye’deki kadınlar demokratik devrimlerini gerçekleştirmişler. İşte tam bu noktada Kuzey ve Doğu Suriye’de kadınların kazanımlarının sadece yasal haklarla sınırlı kalmadığını görmek önemli. Yasal hakların elde edilmesi süreciyle eş zamanlı olarak ev içindeki şiddete karşı Mala-Jinlerin örgütlenmesi, ailelerin zorla ve/veya küçük yaşta evlendirme girişimlerine karşı kadınların korunması, hayatın her alanında eşit temsilin garanti altına alınması, toplumsal hayatta kadınlara ilişkin kararların tek yetkili merciinin kadın örgütlenmelerinin olması, Kuzey ve Doğu Suriye’deki devrim sürecinin temel belirleyeni. Aslında bir bütün olarak (kamusal ve özel alanda) toplumsal ilişkileri dönüştürmeye yönelik siyasetiyle Kürt kadın hareketinin demokratik devrim ile birlikte kesintisiz olarak feminist bir devrimin inşasına yöneldiğini görüyoruz. Yani ev içindeki erkek egemenliğini aşındırmayı sonraya bırakmayan gerekirse kadınlara kadın köyleri gibi ayrı yaşam alanları yaratan ve tabii ki bütün bunlara eşlik edecek biçimde kadınların özsavunmasını örgütleyen bir feminist devrimin inşası süreci konferansta Asya Abdullah’ın “Kadınların yasalarını kadınlar yazmalı biz Rojava’da bunu yaptık” sözlerinde ifadesini buldu. 18 ülkeden 100 kadının katıldığı konferansta sonuç metinin kabulünün ardından kopan slogana bütün kadınların coşkuyla eşlik etmesi ise bölgede (ve aslında dünyaya yayılarak) feminist devrimin dilinin Kürtçe olduğunu gösteriyordu: Jin Jiyan Azadi!
** https://yeniyasamgazetesi2.com/kadineki/detay/ortadoguda-kadin-mucadelesi-birlesiyor/