Yapılan her yargı paketinin içine konulmaya çalışılan çocuk istismarı ve cinsel saldırı suçlarını, yasal bir zemine oturtmak istiyorlar. Bunun ne demek olduğunu biliyoruz; tecavüzcü Musa Orhan’ın ceza almaması ve Yeldana Kaharman’ın faili Ağar’ın korunması…
İpek Er’i hepimiz tanıyoruz. Ölümü ile birlikte tanıdık ve ölmeden önce yaşadıklarını kendi yazdığı mektuptan okuduk. Kadın hak savunucuları olarak davasını izliyor, ailenin adalet arayışına destek olmaya çalışıyor ve siyasal iktidar hukuk ilişkisini bu dava üzerinden de gözlemliyoruz.
Türkiye yargı sisteminin, insanlığın evrensel değerlerinin birikimiyle yüzlerce yılda oluşan “hukuk devleti ilkesi” anlayışından uzaklaştığını, tamamen siyasal iktidarın anlayışını sergilediği bir tiyatro sahnesi olarak varlık gösteren mahkeme salonlarında yargı mensuplarının açık seçik bir şekilde, hukuka aykırı kararları ve cezasızlık pratiklerinden biliyoruz.
İpek Er’in ölümünün üzerinden neredeyse bir yıl geçti ve tüm somut delillere ve adli tıp raporunun ortaya çıkardığı hakikate rağmen Uzman Çavuş, tecavüzcü Musa Orhan hâlâ tutuksuz yargılanmakta. Kadın hareketlerinin ve kadın platformlarının yürüttüğü bir takım çalışmalar ve yaptıkları çağrılara rağmen tecavüz faili ve cinayet faili Musa Orhan’ın hâlâ tutuklanmamış olması, -ne yazık ki – kamuoyunda ilgi görmezken, sanık avukatı tarafından başlatılan başka bir soruşturmanın tarafına dava açılması, konuyu hızla Türkiye gündemine düşürdü.
Ne yazık ki diyorum zira tecavüz gibi toplumda çok hızlı bir şekilde refleks oluşmasına sebep bir fiilin gerçekleşmiş olması ve bunun sonucunda 18 yaşında bir genç kadının ölüme yönlendirilmiş olması, en önemlisi de failin devletin silahlı bir kamu görevlisi olması gündem olmaz iken, oyuncu Ezgi Mola’nın bu konuyu paylaşmış olması ve paylaşımının dava konusu edilmesi üzerinden gündemleşmesi içinde bulunduğumuz toplumsal çürümeyi ve bu çürümenin müsebbibi siyasal iktidarın etkisini gösteriyor. Ezgi Mola’ya duyarlılığı ve hassasiyeti için teşekkürler tabi ki bu bir tarafa, konumuz İpek Er’in yaşarken başlattığı ve şimdi ölümünden sonra kadınların yürüttüğü adalet arayışı.
Olayın gerçekleşme örüntüsüne baktığımızda görüyoruz ki; İpek Er yaşarken savcılıktan savcılığa, son olarak evine gönderildiğinde yasal haklarından mahrum bırakılarak, hak arayışı görülmeyerek bir kere daha haysiyeti kırılmıştır. İpek Er’i intihara yönlendiren, ona tecavüz eden Musa Orhan’dır elbette ve fakat siyasal iktidarın anlayışını uygulayan yargı mensupları, kolluk güçleri de sorumludur bu ölümden. Özellikle kadına/çocuğa karşı tecavüz ve cinsel taciz gibi suçlar gündeme geldiğinde oluşan toplumsal reaksiyonlara baktığımızda “kurbanın” değersizleştirilemediği durumlarda yani yaşam tarzı nasıldı sorusunun karşılığı eğer sistemin belirlediği makul sınırlar içerisinde ise toplum hızlı ve aşırı bir şekilde tepki veriyor ve yargı hızla faili cezalandırarak davayı sonuçlandırıyor. Ama yok kurban kadın mini etek giydiyse, gece geç saatte dışarda ise veya içki içiyorsa toplum da, yargı da, savunma da hızla tanıklığı ve sözü buradan kuruyor ve faili aklamanın binbir yolu ve yöntemi yaratılıyor. Mahkeme salonlarında kadının yaşam tarzı, nasıl giyindiği ve hatta psikolojisi üzerinden yaşamını kaybetmiş olsa dahi “o yaşamın değersiz” olduğu ispat edilmeye çalışılıyor. Böyle onlarca dava örneği sayabiliriz, zira Şule Çet davası hafızalarımızda çok taze bir örnek olarak duruyor.
İpek Er, mini etek giymiyordu, içki içmiyordu (olay günü zorla içki içirildiğine dair beyanı var), sosyal medya üzerinden tanıştığı biriyle evlenmek isteyen mütevazı bir genç kadındı. Siyasal iktidarın toplum üzerinde yarattığı ahlaki anlayışa çok da ters bir yerde durmuyordu, dolayısıyla bu tecavüzü neden 'haketsindi'? Bu soru çok önemli çünkü var olan ikili hukuk anlayışını o mahkeme salonunda İpek Er’in Kürt kimliği üzerinden kurdular. O bir Kürt kadını idi ve tecavüzcü Musa Orhan ise devletin uzman çavuşu olarak, yaptığı suç eylemlerini suç olarak görmüyor, kendine hak görüyordu! (Sosyal medyada paylaşılan, arkadaşlarına yazdığı SMS’lerden de görüyoruz.)
Siyasal iktidarın tesirindeki yargının geldiği nokta tam da böyle işliyor. Bu ülkede her ne sebeple olursa olsun, fail veya kurban olmanız da bir şeyi değiştirmez, eğer siyasi iktidarın ürettiği politikanın karşısında bir yerde duruyorsanız, hele de kadınsanız yargı çalışmıyor, işlemiyor, adalet üretmiyor. Bu dava da tam olarak iktidarın Kürt ve kadın düşmanı politikalarının etkisi ile şekilleniyor. Dava konusu olay örüntüsü de aynı motivasyonla hareket eden mekanizmaları gözler önüne seriyor. Yani İpek Er, Kürt bir kadın olmasa yaşar mıydı? sorusunu sorduruyor tüm bu olanlar. Tecavüze uğradıktan sonra başlattığı adalet arayışı, Kürt olduğu için ayrı, kadın olduğu için ayrı, fail erkek üniformalı ve sırtını devlete dayadığı için ayrıca yok sayılarak bir hiçliğe ve haysiyet kırıcı bir yokluğa itiliyor. Sonuç; intihar ve fakat fiziksel ölümden önce gerçekleşen bir psikolojik ölüm. Bu cinayetin müsebbibi siyasal iktidardan gücünü alan Musa Orhan ve bu iktidarın ürettiği politikalar ve mekanizmalardır. Anayasal tüm hakların ve Uluslararası sözleşmelerin yok sayıldığı, var olan yasaların da siyasi iktidarın yaşattığı anlayış üzerinden uygulandığı bir hukuk sistemi içerisinde, hak ve adalet mücadelesinden de mahrum bırakılmak isteniyoruz.
İstanbul Sözleşmesi'nin feshedilmesi kararı tam da bu nedenledir. Çünkü İstanbul Sözleşmesi uygulansaydı İpek Er yaşıyor olacaktı.
Bir diğer konu tecavüz ve çocuk istismarının affı konusunda gerçekleştirilmek istenen yasal değişiklik meselesi. Yapılan her yargı paketinin içine konulmaya çalışılan çocuk istismarı ve cinsel saldırı suçlarını yasal bir zemine oturtmak istediklerini biliyoruz. Defalarca kadın hareketinin mücadelesi sonucunda durdurulmuş bu yasal değişiklik girişimi son olarak 4. Yargı reformu paketi içerisinde yeniden gündeme geldi. Bunun ne demek olduğunu biliyoruz; Siyasal iktidarın koruduğu tecavüzcü Musa Orhan’ın ceza almaması ve/veya tecavüze uğradıktan sonra evinde ölü bulunan Yeldana Kaharman’ın faili AKP'li Milletvekili Tolga Ağar’ın korunması, soruşturulmaması, yargılanmaması demek. Tüm bu değişiklikler; İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme ve yasal değişiklik yapma telaşı iktidarın emir eri gibi hareket etmeye teşne olan yargı mensuplarının daha rahat bir şekilde cezasızlık pratiğini üretmesini sağlayacak. Hukuk kisvesi altında yürütülen tüm bu cezasızlık pratikleri ve adaletsizlik “kadını” yaşarken de ölüyken de değersizleştirip hiçleştirmeye çalışıyor. İpek Er'in ölümünün ardından süren “adalet” arayışı, tüm kadınların eşit yurttaş olarak tüm haklara ve adalete erişimini temsil ediyor. Bu yazıda hiçbir kanun maddesine atıfta bulunmayacağım. İyi, kötü uyum süreçleri içerisinde yazılmış veya hak ihlalleri sonucunda Avrupa Parlamentosu tarafından imzalanmaya mecbur kalınmış yasaların ve sözleşmelerin varlığından haberdarız. Yazımızın konusu, yasa yapıcılardan, yasa uygulayıcılarına siyasal iktidarın politikalarının sonucunda gerçekleşen bir hukuk sisteminin varlığının hüküm sürmesi ve bu ilişkiden doğan adaletsizlik ve cezasızlık pratiği. Yaratılan bu yeni rejimin adının ne olduğu da malum, iktidarlarını sürdürmek ve bunu da “sözde yasal” düzenlemelerle meşru göstermek. Yargı reformu paketi içerisinde tecavüz ve çocuk istismarını meşrulaştırmak istemeleri gibi…
Şiddetsiz bir yaşam tahayyülü ile eşitlik ve özgürlük mücadelesi veren kadınlar olarak yaratılan bu yargı şiddeti ile de mücadele edeceğiz. Haklarımızdan, hayatlarımızdan, kazanımlarımızdan vazgeçmeyecek, Musa Orhan ve koruyucuları yargılanana ve cezalandırılana kadar durmayacağız.