Rize İkizdere'de yapılmak istenen taş ocağına direnen kadınlar. Foto: Eren Dağıstanlı
Ekoloji mücadelesi için direnen kadınlar, kimsenin anası veya bacısı değildir. Yaşam alanlarını sermayeye ve iktidara karşı savunan yurttaşlardır ve erkekler kadar sadece yurttaş, birey ve insandırlar
Tüm toplumsal krizlerde cinsiyet eşitliği sebepler, etkiler ve sonuçlar bakımından çok kritik bir odaktır. Birçok sosyolojik krizin sebeplerinden biri cinsiyetler arası eşitsizliğin yarattığı adaletsizliğin çarpıklığa dönüşmesidir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, sadece bir adalet sorunu değil başlı başına bir ana sorundur. Kadının birey olarak görülmemesi ve haklarından yoksun bırakılması politiktir ve erkek iktidarını korumak için yapılmaktadır. Fakat bir toplumun toplum olamaması ve değerlerinin çürümesi tam da bu eşitsizlik ile başlar. Ekonomik krizlerde ve ekoloji felaketlerinde ise bu eşitsizlik, derin bir ayrıma ve çözümsüzlüğe dönüşüp, krizleri daha da büyütmektedir.
Ekoloji mücadeleleri ve kadınların eşitlik mücadelesinin karşısında her zaman erkek egemen, kapitalist düzenlerin bulunması bu iki mücadeleyi iktidar karşısında birleştirmektedir. Tarih boyunca da bu hep böyle olmuştur. Eko-feminizm kitabında Shiva, kadınların tüm dünyadaki üretimin yüzde 65’ini sağladıkları halde, kazancın sadece yüzde 10’unu aldıklarını anlatmaktadır. Yani kadın, ataerkil kapitalist düzende ucuz ve erkekle eşit olmayan bir kazanç aracıdır. Üstelik bu sadece işçi kadınlar için geçerli değildir. Beyaz yakalı kadınlar da istihdam politikalarının alt metninde hâlâ ucuz iş gücü olarak görülmektedir. Dünyanın her yerinde kadınlar eşit ücret için mücadele vermektedir. Shiva ve Mies, Dünya Ticaret Örgütü’nün (1995) kurulması ile birlikte doğa tahribatının sistemli ve şirketleşmiş bir meşrulukla arttığını dile getirirken kadına yönelik şiddetin bu sistemleşmiş ve şirketleşmiş tahribat ile birlikte arttığına dikkat çeker. Yerel ekonomilere, doğaya ve kadın bedenine hükmetmek ataerkil kapitalist düzenin yaydığı tecavüz kültürüdür. Kadın bedeni de doğa gibi ataerkil düzende bir iktidar uygulama alanı olarak görülmektedir. Bu düzende doğa nasıl tüketilebilir bir kaynak olarak görülmekte ise kadın da meta olarak görülmektedir.
Shiva’nın kitabında verdiği Hindistan örneğinde yeni ekonomik reformlardan sonra dişi fetüs cinayetlerinden, kadın tecavüzüne kadar kadına yönelik şiddet korkunç bir şekilde görülmektedir. Halk yoksullaştıkça, doğal varlıklar ve yerel yaşam zarar gördükçe tüm bunların faturası haklarından yoksun birey olarak görülmeyen kadına kesilmektedir.
Ekolojik yıkımın en çok zarar göreni kadınlardır. Eğitim hakkı, kendini ifade etme hakkı, bedeni ve hayatı ile ilgili kararları alma hakkı elinden doğar doğmaz alınmış bir birey ebette ki yaşanacak tüm olumsuz şartların en çok etkileneni olacaktır. Yerelde yaşam kaynakları ile ilgili yaşanan herhangi bir kriz elbette ki hiyerarşik olarak yayılacaktır. Maalesef haklarından yoksun oldukları için kadınlar ve çocuklar bu hiyerarşinin en sonunda yer almaktadır.
Dünya tarihi boyunca, savaşlarda, politik baskı altında ve felaket zamanlarında ilk kadınlar tepki vermişlerdir. Dünyanın neresine gidersek gidelim bir doğa kıyımı yaşandığında hep önce kadınların sesini duymaktayız. Latin Amerika’da, Uzakdoğu’da, Afrika’da ekolojik krizin etkisinin en ağır yaşandığı yerlerde hâlâ doğayı katletmekte olanlara karşı hep önce kadınlar direnmektedir. Oya Beklan Çetin, Sosyo-Ekonomi Dergisi'nde yayımlanan makalesinde sanayi devrimi ile artış gösteren çevre sorunlarının, kadınların sorunu haline geldiğini aktarmıştır. Çetin, aynı makalede günümüz ekolojik krizinin sebebini şu şekilde ifade etmektedir: “Günümüzde yaşanan ekolojik krizin nedeni, tarih öncesi topluluklardaki kadını ve yeryüzünü yücelten inancın yerini ataerkil dinlerin almasıdır.” Beklan, ekolojik krizin sorumlusunun ataerkil zihniyet olduğunu ve bunun sorumluluğunu üstlenmenin ise kadınların omuzlarına bir yük olarak bırakıldığını ifade etmektedir.
Kadın ve doğa ilişkisine, doğa mücadelesi açısından baktığımızda bu ilişkinin yorumlarında hem doğanın hem de kadının üretkenliği üzerinden bir kader birliği vurgusundan öte bir iç içe geçmişlik görmekteyiz. Toprağı da üretkenliğinden dolayı ana; yani dişi kabul eden görüşün zekâ ve kültürü eril kabul eden yorumları da vardır. Fakat üretken kabul edilen bir değer aynı zamanda tüketilebilir olarak da görülmektedir. Doğa üretkendir; fakat bu üretim bir zincirdir. Yani her bir öğesinin katkı koyduğu, dinamik bir döngüdür. Çoğulcudur. Tek bir ana değil birçok canlıdan ve cansızdan oluşur. Doğa bizim sandığımızdan daha kalabalıktır. Ekolojik döngü ve dönüşüm bir üretim sürecinden ziyade her zaman kendini bir şekilde sürdürmeyi ve sonraki zamana aktarmayı amaçlayan bir sürekliliktir.
Doğa’nın cinsiyeti yoktur. Doğurgan da değildir. Üretkendir, döngü halinde işler. Bu döngü zarar gördüğünde, yine döngüsel bir tepki olarak felaket ile cevap verir. Doğa ne anadır ne de kadın. Kadın da fıtratı gereği çok fedakâr ve üretken olduğu için doğayı daha iyi anlayıp daha çok sahiplenmez. Her kadın fedakâr değildir ve her kadın ana da değildir. Ne anaçlık, ne fedakârlık ne üretkenlik kadının sahip olması gereken özellikler değildir, sadece her bireyde olabileceği gibi bazı kadınlar da böyledir. Şu kesin ayrımı yapmak gereklidir; doğa doğadır, kadın da kadındır. Doğanın da kadının da üretkenlik üzerinden romantize edilmesi sadece ikisini de tüketilebilir kılmak üzere ortaya atılmış gayet eril ve doğayı da kadını da anlamaktan uzak bir yaklaşımdır.
Doğa ile sadece üretkenliğin romantizasyonu üzerinden ilişkilenmek, erkekleri sürecin dışında bıraktığı gibi sorumluluklardan da muaf kılmaktadır. Tüm cinsiyet grupları sadece insan olarak doğanın ve ekolojik döngülerin birer parçasıyız. Hepimize eşit sorumluklar yüklenmiştir. Kadınların üretkenliği bir rol değil bir özelliktir. Analık rolü toplumsal bir roldür ve kadına giydirilmeye çalışıldığı gibi doğaya da giydirilmeye çalışılmaktadır.
Çevre mücadelelerinde de kadın direnişçiler kimi zaman bu roller üzerinden ön plana çıkarılmaktadır. Analık, bacılık gibi roller aslında yine eril zihniyetin ürettiği kadını cinsel kimliğinden ayırmaya yönelik rollerdir. Ekoloji mücadelesi için direnen kadınlar, kimsenin anası veya bacısı değildir. Yaşam alanlarını sermayeye ve iktidara karşı savunan yurttaşlardır ve erkekler kadar sadece yurttaş, birey ve insandırlar.
Ekoloji mücadelesinde kadının rolü bu sebeple ataerkil, kapitalist iktidarlardan ve hatta sınıf mücadelesinden ayrı değerlendirilemez. Demokratik haklarla birlikte kadın haklarını yok sayan erkek egemen iktidar, aynı tahakküm silindirlerini meta olarak gördüğü ekolojik varlıkların üzerine de sürecektir. Ataerkil, kapitalist iktidarın karşısında tek bir canlının hakkını dahi savunurken yine ataerkil düzenin sinsi erkeklik tuzaklarına düşmeden bu mücadeleyi sürdürmek gerekmektedir.
*HDP Ekoloji Komisyonu Eş Sözcüsü