İstanbul Sözleşmesi askıda kalsa da kadınların erkeklere şiddet yoluyla itaatini daimi kılmanın mümkün olmadığı çoktan ortaya çıktı. Yani bundan sonrası hepimizde, tüm kadınlarda, direnişimizde…
Televizyonlarda bir Türk Telekom reklamı dönüyor. İnternet üzerinden yapılan şehirlerarası bir toplantıyla “kız isteniyor.” Pandemi ile birlikte politik toplantıların değişmez mekânı olan internet âlemi çok belli ki bütün toplumun gündemine girmiş. AKP’nin yıllardır dilinden düşürmediği ailenin önemi söylemi ve Tayyip Erdoğan’ın kültürel iktidarı kuramadıklarının itirafını bir arada düşündüğümüzde sermayenin üstüne düşen görevi bu reklamla yerine getirmeye çalıştığını görebiliriz.
Son birkaç yıldır İstanbul Sözleşmesi tartışmalarıyla öne çıkan ailenin korunması politikasının ekseninde; kadınların ev içindeki erkek şiddetine boyun eğmemesi, boşanmak istemesi, şiddet uygulayan erkeklerin evden uzaklaştırılması için başvuru yapması vd. gündem yapılıyordu. İstanbul Sözleşmesi’nin gerektiği biçimde asla uygulanmaması çok sayıda kadının boşanmak istedikleri kocalar, eski kocalar, sevgililer ya da hayatlarına almak istemedikleri adamlar tarafından öldürülmesine neden oldu. “Aileyi koruma” politikası öne çıktığında polisinden yargısına tüm kamu görevlileri kadınların hayatlarını gözden çıkarılabilir buluyor. Hayatlarını savunan kadınlar ölmemek için öldürdüklerinde ise Hülya Halaçkay ya da Melek İpek gibi âdeta ölmedikleri, erkek şiddetine itaat etmedikleri için cezaevinde tutuluyorlar.
Nafaka hakkının gaspı için koparılan gürültü de çoğu zaman ödenmeyen 300 liranın ötesinde, kadınların erkeklere rağmen boşanma hakkı olmadığının altını çizen bir kampanyanın parçası aslında. 2001’deki Medeni Yasa değişikliği ile kadınların ev içinde harcadıkları karşılıksız emeğin en azından boşanırken bir kısmının tazminini mümkün kılan, edinilen mallara ortaklık rejiminin hıncını, kadınların ve çocukların zaten hiçbir ihtiyacını karşılaması mümkün olmayan nafaka hakkını gasp ederek almaya çalışıyor erkek egemen sistem.
Kadınlar özellikle erkek şiddetine direndikçe ve aileden özgürleşmeye hız verdikçe kadın cinayetleri arttı ve bugün artık kadın katliamı olarak adlandırdığımız boyuta ulaştı. Aslında patriyarka 2000’lerin ortasından itibaren öncelikle ekonomik önlemlerle kadınların aileye mahkûmiyetini sürekli kılmaya çalıştı. Tüm ekonomik politikalarında kadınları aile içinde konumlandırırken aile dışında bir hayatları olamayacağı yaklaşımıyla adımlarını attı.
2008’de çıkardığı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasasıyla kadınlar için emeklilik yaşını 65’e ve prim gün sayısını 7200’e varacak şekilde yükseltti. Bu; çocuk bakımı, yaşlı bakımı için işe ara vermek zorunda olan, hayatlarının büyük bölümünde sigortasız çalışmayı kabul etmek zorunda kalan kadınlar için emekliliği hayal haline getirirken erkeklere bağımlılığı da süreklileştirmeyi hedefledi. İş Kanunu’nda yapılan değişiklikle sermayenin kreş yükümlülüğünü de neredeyse ortadan kaldırırken kadınların birinci görevinin çocuk bakmak olduğu propagandasına da hız verdi. Kadın istihdamını artırma yalanıyla kadınlara esnek çalıştırmayı norm haline getirirken kadın iş gücünü sermayenin ucuz emek ihtiyacına cevap vermeye zorladı. Özellikle yükseköğrenim gören gençler arasında evlilik yaşının yükselmesi ve çocuk sayısının azalması nedeniyle, her çocuk için altın hediyesi, kadınların doğumdan sonra yarım gün çalışması, çeyiz paketi gibi uygulamalarla kadınları anneliğe ve sadece aile içinde konumlandırmaya yönelik düzenlemeler yapıldı.
Feminist hareketin kadınların özgürlük mücadelesinin evlerde yankılanmasını sağlayan etkisi, kadınların erkek şiddetine direnişiyle birleştiğinde İstanbul Sözleşmesi kazanıldı. Patriyarka, devlet ve sermaye eliyle kadınları aileye hapsetmeyi sağlamak için uyguladığı ekonomik zorun ve hayatın her alanında dizilerden reklamlara kadınları aileye hapsetmeyi güzelleyen ideolojik bombardımanın yetersiz geldiği noktada, İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesiyle açık erkek şiddetine dayalı zoru serbest bırakarak kadınları yıldırmaya çalışıyor. Bundan sonrasını biz kadınların direnişi belirleyecek kuşkusuz. İstanbul Sözleşmesi askıda kalsa da kadınların erkeklere şiddet yoluyla itaatini daimi kılmanın mümkün olmadığı çoktan ortaya çıktı. Yani bundan sonrası hepimizde, tüm kadınlarda, direnişimizde…