'Kadınları çerçevesi çizilmiş, daraltılmış, “aile” dedikleri ilişkilerin, evlerin içine hapsetmek istiyorlar. Bunların hepsi bir tecrit politikasıdır. Bugün gerçekleşen kadın kırımının da tecrit politikalarıyla doğrudan bir ilişkisi var.'
Şiddet, yoksulluk, hak gaspları ve baskılar… Tüm bunların Türkiye'de on yıllardır çözümsüz bırakılan, özellikle son 6-7 yıl içerisinde daha da derinleşen Kürt sorunu ile derin bir bağı var. Savaş bütçeleri nedeniyle toplumu yoksullaştıran, şiddeti artıran en önemlisi de demokrasinin önüne koca bir duvar ören bu sorun, tüm toplumu ancak özellikle de kadınları etkiliyor. Sorunun çözümsüzlüğüne dair en önemli başlıklardan birini de 22 yıldır İmralı'da tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan'a yönelik uygulanan tecrit oluşturuyor.
Kürt kadın hareketi uzun yıllardır İmralı tecridine karşı çeşitli kampanyalar ve eylemler düzenliyor. Bu eylemlerde aslında seslenilen iki kesim var; ilki elbette ki tecridin uygulayıcısı ve sürdürücüsü devlet. İkinci kesim ise Türkiye halkları/ kadın hareketleri. Yapılan açıklamalarda, tecridin yalnızca İmralı'da uygulanan fiili bir durum olmadığı, bir yönetim biçimi olduğu ve savaş politikasının bir parçası olarak da tüm topluma, özellikle de kadınlara yansımaları olduğu sıkça vurgulanan başlıklardan. Peki nedir bu yansımalar, özellikle kadınlara yönelik iktidarın ürettiği politikalarda tecridin yansımalarını bugün nasıl görüyoruz, bu anti demokratik politikalara karşı ne kadar yan yana gelebiliyoruz? Aklımızdaki soruları Rosa Kadın Derneği Başkanı Adalet Kaya'ya sorduk…
* Kürt kadın hareketinin tecrit ile ilgili sıklıkla dile getirdiği bir şey var; Bu yalnızca İmralı'da uygulanan fiili bir durum değil, tüm toplum üzerinde uygulanan bir politika… Bunu biraz açar mısın?
Aslında 2016'dan bu yana çok keskin bir şekilde uygulanmaya başlandı bu politika. Bu çok mekanik bir şekilde tüm toplum üzerinde uygulanıyor. İktidar bunu söylemlerle, uygulamalarla, politikalarla, sistematik bir şekilde hayata geçiriyor ve aslında hepsi bir bütün olarak şiddet içeriyor.
Tüm toplum üzerinde ama yoğunluklu olarak da kadın üzerinde, sadece kadın hareketleri üzerinde de değil, toplum içindeki bireyler üzerinde uygulanıyor. Tecrit edilmiş, yalıtılmış yaşamlar yaratıyorlar. Yaratılması yönünde de buyrukta bulunuyorlar. Bu konudaki en önemli argümanlarından biri din. İslam’ı çok yaygın bir argüman olarak kullanarak, kadınları çerçevesi çizilmiş, daraltılmış, erkeğin kölesi olan, ikincil olarak sınıflayan bir noktada ayrıştırarak, adına “aile” dedikleri ilişkilerin, evlerin içine hapsetmek istiyorlar. Bunların hepsi bir tecrit politikasıdır.
Bir diğer adı yapısal şiddet; farklı birçok boyutu var tabi hepsini bu söyleşi ile tüketmemiz mümkün değil ancak bir boyutu olan, kadına şiddet olarak nasıl yaratıldığını konuşabiliriz.
Yani tecridi tanımlarken şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; savaş politikasının bir parçası, topluma, kadınlara, doğamıza, kültürümüze yansımaları var. Bu yansımalar da sadece Kürt toplumuna değil, Türkiye toplumlarının tamamına yansıyan bir boyutu var.
* İktidarın gündeminde şu sıralar kadın üniversitesi gibi bir uygulama var ve kadın örgütleri de buna 'bir tecrit politikasıdır' diyerek karşı çıkıyor. Bu da sözünü ettiğin yansımalardan biri mi?
Evet, kesinlikle. Uygulanan tecrit politikasının bir devamı. Şöyle ki; var olan akademik sisteme yönelik bir saldırı söz konusu idi zaten. Bunu KHK'lerle gördük. Aslında orda da yine saldırı altında olan büyük çoğunluk kadınlardı, kadın akademisyenlerdi. Bunu ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı bir politika ile keskin bir hale getirdiler ve en son kadın üniversiteleri açacağız meselesini gündemleştirdiler. Bu, kadınları belli bir alana sıkıştırarak, ayrımcı, cinsiyetçi, kadını bilimden, akademiden koparmaya çalışmaktır tam da. Tamamen tecridin kendisidir. Çünkü zaten şöyle bir şey var; kadına biçilmiş bir takım roller var, toplumsal cinsiyet rolleri var, bunun kökenlerini biliyoruz tabi ataerki, aile, dini bir takım referanslar, kapitalist sistem üretimi roller vs. Bu son noktada artık kadını, çerçevesini yine kendilerinin belirlediği dar bir alana sıkıştırarak, bilimden, siyasetten, sosyal olan her şeyden koparmaktır amaç. Makul, itaat eden, iyi anne, iyi eş gibi bir takım tanımlarla muktedir olduklarını daha çok hissedecekleri bir kadın modeli yaratmaktır niyet. Bu tecridin ta kendisidir.
Boğaziçi Üniversitesi’nde başlayan direnişle birlikte bir kere daha kadın düşmanı yaklaşımlarını gördük. Kadın akademisyenler hedef gösterilerek illegalize edilmeye çalışıldı. Üstüne üstlük profesör ünvanlı bir kadın, Ayşe Buğra, ismi, kimliği yokmuş gibi eşi üzerinden tanımlanarak hedef gösterildi. Nasıl kadın düşmanı olduklarını, kadınların başarmasına ne kadar tahammülsüz olduklarını yeniden gördük.
Kadın örgütleri Kadın Üniversitesi projesini 'kadınları tecrit eder' sloganı ile protesto ediyor.
* O halde tecridin sona erdirilmesi, tüm bu antidemokratik ve 'tecrit' edilmiş toplum modelinin son bulması yönünde bir adım diyebilir miyiz?
Hem toplumun demokratikleşmesi açısından, hem de kadınların daha özgür, daha eşit, daha hak çerçevesinde bir yaşam örmeleri açısından önemli. İmralı'da biten bir tecrit, demokratikleşmenin önünü açtığı gibi, kadın özgürlüğünün gerçekleşmesi ve barışın gerçekleşmesi -en önemlisi de barış aslında, biz toplumda şiddetin arttığını söylerken ve bunun da en çok kadına yönelmesinden bahsederken tam da bunu söylüyoruz- için önemli bir adım.
Ve İmralı tecridi ciddi anlamda bir yoksunluk da içeriyor. Oradan çıkacak bir takım söylemlerin, politikaların önünü kesmek, toplumla bağını koparmak, toplumu en çok da kadınları bir takım haklarından mahrum bırakmak anlamına geliyor. Çünkü oradan doğru ortaya konulmuş bir paradigma var ve kadın özgürlükçü bir paradigma. Dolayısıyla bu bir mahrum bırakma politikasıdır. Kürt toplumuna baktığınız zaman bu paradigma en çok da kadını özgürleştirdi. En önemli örneği Rojava. Rojava'da kadınlar başat bir özne. Ve bu kurucu özne özgürlüğe, demokrasiye, eşitliğe dair söz kuran, inşa eden, yeniden üreten bir yaklaşımla tüm sistemi örüyor, dünyaya bir model sunuyor ve bu da dünya kadın hareketleri açısından oldukça kıymetli.
Tecrit bir mahrum bırakma politikası dedik ya, bu mahrum bırakılan kesim de sadece Kürtler değil, bütün halklar, emekçiler, kadınlar… Barış hakkından mahrum bırakılıyorlar. En çok da kadınlar. Neden kadınlar diyorum. Çünkü en çok etkilenen kadınlar, tüm bu savaş politikalarından. Bugün Irak’ta, Suriye'de Ortadoğu'da dünya barışına ciddi katkıları olabilecek bir irade söz konusuyken ve bu irade halklar üzerinde büyük bir özgürleşme etkisi yapabilecekken, tecritle engelleniyor. Bugün gerçekleşen kadın kırımının da tecrit politikalarıyla doğrudan bir ilişkisi var. Tecridin sona ermesi, şiddetsiz bir yaşamın zeminini oluşturacaktır.
Aynı zamanda tecrit evrensel hukuk normlarına göre de iç hukuka göre de bir hak ihlali. Tutuklu olan bir bireyin bir takım hukuksal hakları var. Belli periyotlarla görüşmeler yapması gerekir. Bunun yasal bir çerçevesi var. Bu yasal çerçevenin kullandırılmaması bir suç.
* Tecrit politikasına en fazla karşı çıkan ve zaman zaman bu konuda kampanyalar yürüten kesim de genelde kadınlar oluyor. Bu noktada kadınların çözüm gücü nedir?
Kadınlar güçlerini aslında dayanışmadan, birlikte hareket etmekten alıyorlar. Son on yıla baktığımız zaman kadın hareketinin bir bütün olarak hem dünyada, hem Türkiye'de hem de Kürt kadın hareketi için de aynı şeyi söyleyebiliriz, öncü başat bir özne olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Bunu başarıyor kadınlar bir şekilde. Bütün karma yapıların içerisinde kadın özgün hareketi hem daha cesur hem de daha dinamik. Kendini, örgütlülüğünü yeniden üretebiliyor. Şunu söylemek istiyorum; en çok kadınlar baskı gördü son süreçte, en çok kadın hareketi dağıtıldı, kurumları kapatıldı, tutuklandı. Ama kadınlar o örgütlülüğü yeniden yaratma konusunda çok başarılılar. Biz her şeye rağmen yeniden ayağa kalkıyor, yeniden örgütleniyor ve yeniden harekete geçebiliyoruz. Ben bunu çok kıymetli buluyorum. Dolayısıyla en büyük çözüm gücünü de yine kadınlar oluşturuyor ve kadın hareketinin kendisi, hem tecrit politikasının kaldırılmasında hem de toplumsal barışın sağlanmasında bir çözüm gücü olarak varlık buluyor.
* Şöyle bir şey de var; Kürt siyaseti uzun süredir kayyumlar, hak ihlalleri vs. gibi konularda yaptığı açıklamalarla Kürt illerinde başlayan bu hukuksuzlukların batıya da sirayet edeceği konusunda bir nevi uyarılarda bulundular aslında. Tecrit meselesinde de kadınlar çok uzun süredir bunun bir yönetim biçimi olduğu ve tüm toplumu etkilediği/etkileyeceği konusunda açıklamalar yapıyorlar. Peki bu sesler sence yeterince duyuldu mu, bu konularda da hızlı bir biçimde yan yana gelinebiliyor mu?
Yeterince duyulmadığını belirtmek lazım. Bunun birçok sebebi var. Sürekli engellenmeye çalışılıyor. Duyulan kesimlerde de bir takım çekinceler olabiliyor tabi. Şu var; insanlar hem yargı, hem de idari anlamda gerçekleşen saldırılara maruz kalmaktan korkabiliyor. Varlığını sürdürmek gibi bir telaş oluşuyor hem Türkiye kadın hareketinin hem de kurumsal yapılarının, böyle de anlaşılabilir bir kaygıları var. Bazen de çekimser kalıyorlar, özellikle iktidara karşı kendilerini koruma güdüsü geliştiği zamanlar ve durumlar ortaya çıkabiliyor. Şiddet doğrudan kendilerine yönelmeyince, bununla karşı karşıya gelmeyince refleks gösterilemiyor.
Şunu biliyoruz ki; şiddet de haksızlık da çok hızlı bir şekilde yayılıyor. Sistem bugün bana yaptığını yarın sana yapıyor. Biz bunu kayyumlarla çok net bir şekilde gördük. Kürt illerindeki yerel yönetimler sisteminin bir bütününe kayyum atandığında Türkiye'de çok cılız sesler çıktı, bugün Boğaziçi'ne atanan kayyumla birlikte bütün kayyumların nasıl büyük bir hak ihlali olduğu, nasıl büyük bir irade gaspı olduğu daha iyi anlaşıldı ve ifade ediliyor artık bütün kesimler tarafından. Bu da kıymetli, yani evet ne yazık ki kendilerine de değmesi gerekiyor galiba. Toplum üzerinde uygulanan tüm bu kayyum sistemini, tecrit sistemini eleştiren, karşı söz kuran bir yerde duruyorsanız “terörist” olarak damgalanıyor; kolluk ve yargı tacizine maruz kalabiliyorsunuz.
Ama hani şunu da söylemek lazım; illa ki yan yana durabileceğimiz dayanışmacı bir noktaya geliyoruz. Biz bir takım kadın örgütleri ile farklı platformlarda, ortak zeminlerde bir araya geliyoruz, konuşuyoruz, özellikle savaş ve kayyum politikalarını konuşuyoruz. Ortak söz kurabiliyor, ortak mücadele geliştirebiliyoruz. Mesela biz Rosa Kadın Derneği olarak son 6-7 ay içerisinde çok ciddi operasyonlar, baskınlar, gözaltılar, tutuklamalar yaşadık. O süreçte Türkiye kadın hareketi çok ciddi bir şekilde yanımızda durdu, yaşadığımız haksızlığı kendilerine yapılmış gibi sahiplendi. Bunun anlamı ve kıymeti çok büyük.
* Son olarak Tevgera Jinên Azad/ Özgür Kadın Hareketi'nin (TJA) 'Em xwe diparêzin/Kendimizi savunuyoruz' kampanyası şubat ayı boyunca tecride karşı eylemlerle sürecek. Siz de bu kampanyanın bir parçasısınız. Biraz bu kampanyadan da söz edebilir misin?
Bu kampanya başladığında aslında özel savaş politikası ile gelişen taciz, tecavüz, kadınların katledilmesi, kaybedilmesi, intihara zorlanması, intihara yönlendirme gibi birçok şiddet türü ile ilgili olarak, özsavunma geliştirme üzerinden başlamıştı. Kendimizi savunuyoruz kampanyası bir özsavunma kampanyasıydı. Bununla ilgili ilk iki çeyrekte çok güzel zihniyet dönüşümü yaratacak çalışmalar, atölyeler yapıldı köylerde, mahallelerde. Oldukça da başarılı bir kampanya idi. Hem bizler açısından hem de tüm kadınlar açısından simbiyotik, geliştiren, dönüştüren ve en önemlisi sağaltan bir yanı oldu. Yani yaşadığınız şiddeti tanımladığınız zaman, bir yüzleşme, bir aydınlanma gerçekleşiyor ve bunun iyileştiren bir tarafı var. Kadınlar artık şiddet türlerini çok net tanımlayabiliyorlar. Tecridin, asimilasyonun bir şiddet türü olduğunu, bir devlet politikası olduğunu biliyorlar. Bu bilme hali de hem örgütlü olmanın gerekliliğini, hem de mücadelenin önünü açıyor. On yıllardır Kürt kadın hareketinin yürüttüğü şiddetle mücadele politikasının bir sonucudur bu.
Şimdi ise kampanyanın 3. ayağı kapsamında tecrit ve cezaevlerinde gelişen hak ihlalleri bir de gerçekleşen kadın kırımı konusunda çalışmalar yürütülüyor. Ben de 3 ay cezaevinde kaldım yakın bir süreçte. Ve orada hem pandemiden, hem de hukuksuzluktan dolayı gerçekleşen bir takım hak ihlalleri var ve bunları ifade etmek, başlayan açlık grevlerinin gerekçelerini muhataplarına duyurmak, tüm haklı taleplerin gerçekleştirilmesini sağlamaya çalışmak için çalışmalarımızı yapmak hepimizin görevi. Pandemiyi de bahane ederek insanları tecrit altında tutma, bütün haklarından yoksun bırakma durumu gerçekleşiyor. Bunun karşısında çok güçlü bir söylem, çok güçlü bir politika geliştirilmesi gerekiyor. Ki bugün zaten kampanya gittikçe ayaklarını örüyor. Ve tecrit bir hak ihlali, bir devlet şiddeti, bir işkence biçimi, bir suç. Evrensel hukuka, insan haklarına aykırı tüm uygulamaları içermesi de derhal harekete geçilmesi gerektiğini gösteriyor. Yaşatılan bu tecrit halinin ortadan kalkması için gerekli bütün ulusal, uluslararası mekanizmaların harekete geçmesi gerekiyor. Bunu harekete geçirmek için de cezaevlerinde başlayan bir açlık grevi var. Şuanda dönüşümlü gerçekleşiyor. Bunun daha ileri boyutlara taşınmaması açısından biz dışardakilerin de çok hızlı bir şekilde hareket edip, gerek diplomasiyle gerek farklı çalışmalarla bunu gündeme getirmesi gerekiyor. Bu kampanya ile cezaevlerindeki arkadaşlarımızın sesi, sözü olmamız, haklı taleplerini dile getirmemiz lazım.